15 Nisan 2011 Cuma

şehr-i Napoli Turturro'nun müzikal belgeselinde; Passione!



Şu an son günlerine yaklaştığımız 30. İstanbul Film Festivali kapsamında izleme fırsatı bulduğum "Passione" (Tutku) adlı belgesel/müzikal ya da müzikal belgesel çok daha güzel oturacak; İtalyan yönetmen John Turturro'nun - aslında çoğumuzun Amerikan aktör olarak bildiği John Turturro'nun imzasını taşıyor. Belgesel bir çoğumuz için tatile gidilse İtalya'da belki ziyaret edilmesi şart olmayan şehirlerden biri olan Napoli hakkında. "Tutku"yu izleyenlerin çoğuna kesinkes fikir değiştirtecek bu belgeselde Napoli'nin tarihi, Napolitenler, evet makarnalara sos diye koyup yediğimiz Napolitenler, şehrin dünü ve bugünü, savaşları ve barışları, amatör ve profesyonel müzisyenlerle yapılan röportajlar ve müzik kayıtlarıyla anlatılmış. Yer yer tiyatral bir hal alan belgeselde Turturro ve belgesel ekibi de belgeseldeki bazı bölümlerde bizzat oyuncu olarak yer alıp, Napoli sokaklarında bir hayli eğlenmişler. Beyaz perdede müzik görmek isteyenlerin aklında bulunması gereken eserlerden biri olmuş Passione/Tutku. Yönetmen Turturro'nun Venedik Film Festivali'nde gerçekleşen ilk gösterimde de söylediği gibi Napoli gerçekten İtalya'nın müzik kutusu gibiymiş.
Sicilyalı amatör bir caz şarkıcısı olan annesinin de etkisi olacak ki Turturro müziği ayrı bir yere koyuyor. Aktörlüğe profesyonel anlamda Martin Scorsese'in Rogging Bull/Kızgın Boğa adlı filminde figüranlık yaparak başlayan Turturro oyunculuk eğitimini New York ve Yale üniversitelerinde tamamlamış. John Turturro'yu bugüne kadar hep farklı, çizgi dışı yapıtlarda oynamış olarak görmemize rağmen (Barton Fink, The Big Lebowski, O Brother Where Are Thow?, Napoli sokaklarında gezinerek yaptığı Tutku'da birden kendisini karşınızda anlatıcı olarak görünce şaşırsanız da, her role rahat girebildiğinden olsa gerek, yadırgamıyorsunuz.
Tutku'ya gelince, bir şehrin tutkusu içinde yaşayan insanının kanından gelir fikrimce. Hani Napoli'yi tamamen boşaltıp içine koysak on milyon Danimarkalı'yı - teşbihte hata olmasın, Danimarkalıları sevmediğimden değil de, konu bahis ortalama tutku eşiğimiz olduğu için Danimarka dedim- Napoli Napolili'liğini yitirir- keza İstanbul'umuz da öyle. Fatih Akın'ın şehr-i İstanbul'u müziğiyle anlattığı Crossing the Bridge- The Sound of Istanbul'u izleyip de üsluptan etkilenenler varsa şayet, Napoli şehri'nin iki üç görüntüyle değil de, aşçısından hayat kadınına müzisyeninden mültecisine çok sesli bir halk türküsü misali anlatıldığı "Tutku", rengarenk görüntüleri ve Napoli'nin bilinmeyenlerini bir müzik şöleniyle sunmasıyla görülmeye değer bir belgesel.
İtalyan müziğinin geçmişten bugüne macerasına farklı bir bakış getiren, İtalya'ya 2. Dünya Savaşında gelip eğlencesini yaşayıp dönmüş olan Amerikan askerlerine de, "savaştan bir süre sonra İtalya'da zenci bebekler doğmaya başladı!" replikleriyle müzikal bir eleştiride bulunmayı unutmayan ve hatta "Caravan Petrol" adlı şarkıyla petrol arayışı içinde şehrin güzelliklerini kazdıkça kazan çıkarcı güçleri alaya alan Tutku, özellikle Afrika kıtasından Napoli şehrine gelen göçmen Arapların oryent nameleriyle seyirciyi büyülüyor. Benim özellikle dikkatimi çekense Turturro'nun her tarzda müziğe eşit önem vermesi, aynı Fatih Akın'ın Crossing the Bridge'de yapmış olduğu gibi, Napoli'nin çok sesliliği sayesinde tutkulu bir şehir olarak kalabildiğinin altını çizmesiydi.

Hollywood camiasının yer yer sığlaşan sularında farklı ve sürümden kazanmayacak bu yapıta vakit ayırdığı ve İtalya'sının bu küçük şehrini unutmayıp bir de insanını böylesi bir şölenle anlattığı için Turturro'yu gönülden kutluyorum. Daha doğrusu böyle işlere saygı duyuyorum.

hil'alem

20 Mart 2011 Pazar

Onu olduğu kişi yapan rejime söven bir piyanist; Anjelika Akbar


Yıllardır klasik müzikle iyi kötü haşır neşir olmama rağmen, yeni yeni tanıştığım Anjelika Akbar bugün İstanbul'un Taksim beldesinde Tom Tom sokağın çıkışına doğru yerleşik olan, ve çok geniş bir yelpazede canlı performansa ev sahipliği yapan İndigo'da idi. Sosyal medyanın İstanbul Geceleri ile olan ilişkisini yakından takip edenlerin bildiği "İstanbulKonser" sağolsun (twitter'da da facebook'ta da bu şekilde ulaşabilirsiniz) iki kişilik davetiye kazanmış olduğum bu konsere gitmeden önce,- naçizane - yerinde ve subjektif değerlendirmeler yapabilmek için Anjelika Akbar'ın müziği ve hayatı hakkında bilgi edinip müziğine daha yakından kulak kesildim.

Canlısı daha da farklı olacaktı tabii... Sonrasında ise belki de konsere bu parasızlığıma rağmen gitmemi asıl sağlayan videoyu seyrettim. Anjelika Akbar, Astor Piazzola'nın Libertango'su için "müziğin mutfağı böyle tatlı bir şeydir" konseptli bir klip yapmıştı. Görüntüler şahaneydi özellikle de still life fotoğrafçılığa ilgi duyan bir amatörseniz seyretmeden geçmeyin derim. Tabii parçayı dinlerken düşündüm, burda çello olmasa, dinleyici-izleyici kitlesi bu kadar beğenir miydi? Çellist Rahşan Apay ve harika çellosu olmasa Libertango sosyal medyada bu kadar ses getirir miydi?



Hayatından ve şehrimize gelişinin hikayesinden bahsedecek olursak, Kazakistan doğumlu Akbar, iki buçuk yaşında nota bildiği, piano çalabildiği ve dört yaşındayken "mutlak kulak" yeteneğine, yani duyulan bir notayı bir referans almadan, başka bir notayla karşılaştırmadan tanıyabilme yeteneğine sahip olduğu ortaya çıktığı için, Moskova Çaikovsky Devlet Konservatuvarı'nın dikkatini çekmiş. Tabii burda müzisyen ve filozof bir babaya ve müzisyen bir anneye sahip olmanın verdiği bir avantajı olduğunu düşünüyorum. Moskova'nın dikkatini çekme konusunu kastediyorum, yoksa anneden babadan yeteneğin saltanat şeklinde geçtiğine çok da inanmıyorum. Anjelika yetenekli bir çocuktu orası aşikar. Dolayısıyla Sovyetler Birliği ve köklü eğitim sisteminin incilerinden biri olan Üstün yetenekli öğrenciler için 11 yıl eğitim veren Uspensky Devlet Müzik Okulu'na başlar. Eğitimini tamamladıktan ve yetenkli genç besteci ödülünü de aldıktan sonra UNESCO üyesi olarak geldiği Türkiye'de kalmaya karar verir.

Velhasıl, saat 20:00 de başlayacak konser için sanatçıların en az yarım saat geç sahne aldığını bilerek 20:40'da mekanın kapısındaydım. Fakat kapıdaki görevliden aldığım bilgiyle biraz şaşırıyorum; Söyleşi var şu an, konser 21:00 gibi başlayacak. Allah allah diyorum içimden, piyanistler konuşkan olmaz benim bildiğim, hele de konser öncesi! Tom Tom Sokağın yağmur altındaki cumartesi telaşını biraz seyre dalıp saat dokuzda içeri girdiğimdeyse baskın bir rus aksanının sevimliliğiyle konuşan Anjelika'yı duyuyorum. (yani konser hala başlamamış!)

Konser sırasındaki konuşmalarından anladığım; Türkiye'ye gelmesindeki önemli etkenlerden biri de Sovyetlerdeki rejime biraz tepkili olmasıymış. Özgürlüğünün kısıtlandığını düşünmüş sanırsam. Nazım Hikmet için yaptığı "Yalnız Çınar" adlı besteyi seslendirmeden önce, "Nazım bir hapishaneden kaçıp diğer bir hapishaneye geldi aslında, sizler bilmiyorsunuz." dedi...dedi ve ben o anda sahnede bir piyanist yerine nankör bir kedi görmeye başladım. Türkiye'de hala öylesi bir eğitim sistemine sahip olmamamızın acısıyla mıdır, harika yeteneklerin tarlada tapanda, okul bahçelerinde ve internet kafelerde, akşamları ise dizi seyreden annelerinin babalarının yanında yöresinde heba olduğu bir sisteme sinirleniyor olmamdan mıdır bilmem, onu harika çocuk olarak görüp eğitim veren ülkeyi ve rejimini eleştirmesini çok manasız bulmuştum. Onun yeteneğini değerlendiren bir sistemin etinden sütünden faydalanıp büyüyen harika çocuk, Türkiye'de yaşamayı seçmişti. Her "harika çocuk" harika diyarlar görmek isteyecekti tabii, neden olmasın? Hoş gelmiş sefa getirmiş. Fakat sonrasında kendi tezini çürütmesi ve Ankara Üniversitesin'in rektörüne konservatuar bölümünü kurarken "20-25 kuyruklu Steinbeck piano lazım rektör bey" dedikten sonra aldığı tepkiyi (Anjelika hanım tüm Türkiye'de o kadar Steinbeck yoktur) aslında müzik yapması gerekirken hayat hikayesini anlattığı söyleşisinde malzeme yapması kabul edilir değildi. Neymiş efendim Moskova'da okullarında 120-130 kuyruklu Steinbeck varmış, ama rejim berbatmış! şimdi şimdi Türkiye standartlarına alışıyormuş. Türkiye nota satılmayan bir ülkeymiş! Almanya'da notacı görünce Moskova'yı ve o güzel günleri düşünüp hüngür hüngür ağlamış. mış..muş..

Anjelika Akbar devamlı konuşuyordu. 99 yılında Su adlı kendi prelütlerinden oluşan albümü yapan, Vivaldi'nin "Dört Mevsim"ini dünyada ilk kez piyanoya uyarlayan, Bach'ın klasik eserlerini doğu enstrümanlarıyla kolaj yapan ve bunun yüzünden klasik müzik çevrelerince katı bir şekilde eleştirilen Anjelika Akbar, müziğinin arkasında durup tüm bu çalışmalarını paylaşmak için heyecan duyacağına iki dakika süren her eserin ardından beş dakika anlatıyordu. Bu arada beş cümlesinin 3 tanesi "İçimdeki Türkiye'm" adlı kitabımda anlattım ama size de anlatayım- diyerek başlıyor ve beni düşündürtüyordu. Acaba etkinliğin açıklamasını mı iyi okumadım? Kitap lansmanı mıydı yoksa bugün? Neden kuyruklu piyanonun yanında kocaman bir kitap görseli var ve üzerine düşen ışık devamlı değişiyor?

Derin nefes alıp belki de müziğin tadını çıkarmalıyım diyerek sabırla bekledim.

Normalde Chopin'den ve Bach'tan dinlemeye alışık olduğum prelüdler kulağıma biraz farklı gelse de, önyargılar(ım)dan etkilenmeden, kişiliklerle melodileri ayrı dünyalarda değerlendirmeye çalışarak, çok sevdiğim pianist bir arkadaşımın "kesinlikle gitme o konsere" demesine aldırmadan özenle dinlemeye devam ettim. Hatta indigo'nun bir kısım seyircisinin adabı muaşeret'ten uzak, fısıltısız ve devamlı konuşan hallerine "şş sessiz konuşun" uyarılarında bile bulundum. Nitekim benim için Chopin'i biraz daha sevdiğim, ruhuna biraz daha dua ettiğim, bir sanatçının kendi menejerliğini yapar gibi, müziğini icra etmesinden çok, oğlunun başarılarından, diğer oğlunun her gece zorla Bach dinleyerek uyuttuğu için müziği sevmemesinden, annesini müzikten kıskanmasından, müzik bekleyen bizlere günlük yaşamından bahsetmesinin ne kadar itici olabileceğini anladığım dolu dolu bir akşam oldu.

Sevgili Ozan Çoban, "boş ver gitme" dediğinde sana "bırak şu sanatçı ukalalığını, tevazuya gel!" gibi eleştirilerle tepki verdiğim için özür dilerim :) Eleştirmekte haklıymışsın, ve evet senin Libertango yorumun çok daha güzel :)internet üzerinde kaydınızı bulabilseydim buraya da eklemekten gurur duyardım. Ama dediğim gibi, tanımak için yakından bakmak gerek, belki benim bunları dile getirebilmem için bu akşam orada olmam gerekiyordu. Aşık Veysel'in uzun ve ince bir yolda olmasından doğan o güzel ezgiyi, tevazudan yoksun bir sahnede görmem gerekiyordu...

kim bilir?

hil'alem

14 Mart 2011 Pazartesi

Jehan Barbur, İstanbul'un kırık kalplerinin jazz-gır ama fısıldayan sesi

İstanbul'un kırık kalplerinin jazz-gır ama fısıldayan sesi...

Aslında cazgırdan ziyade, kalbi kırık masalların güzel anlatıcısı diyelim. Lübnan doğumlu Jehan Barbur iç savaş dolayısıyla İskenderun'a kaçmış ailesinin kökenlerinin olduğu toprakların tozundan mıdır, yoksa halen devam eden kendi iç savaşından mıdır bilinmez, şarkılarının duruluğunda bir parça yırtıcılık, bir parça isyan var kadife koltuklardan cama bakar gibi. Jazz-gır deyişim ondan; yalın ve yalnız bir kadının kudreti var, hem sesinde hem şarkılarında.


Jehan Barbur - Neden musicplay

Arap Hıristiyanların'dan olan Jehan Barbur'un anne tarafı katolik baba tarafı ise ortodoksmuş fakat "tebaamız hep Türk'tü" diyor kökenini soranlara. Hayatının büyük ve önemli bir bölümünü İskenderun'da geçiren sihirli kalem Jehan Barbur, klasik bir hikaye - ailesinin konservatuvara gitmesini istememesi sonucu Ankara'da Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuyor. Aslında şaşırtıcı, çünkü İskenderun'daki evleri piyano çalınan, fransız şansonları söylenen ve tangolar yapılan bir evmiş. Öyle ya bazen insanların seçimlerine ve sevdiklerine yaptırdıkları seçimlere akıl sır ermiyor :) Sonrasında üniversitede amatörce mırıldanmaya başlıyor müziğini Jehan. Sahne tozuna da bulaşıyor bu yıllarda hatta. Fakat okul biter bitmez İstanbul'a geliyor. Bir kaç sene kendine has müziğini sadece sınırlı bir hayran kitlesine ulaştıran Jehan Barbur, Bülent Ortaçgil ile tanıştıktan sonra, onun da tavsiyesiyle albüm yapmaya karar veriyor. 1980 doğumlu genç müzisyen 2009 yılında Ada Müzik'ten tüm söz ve müzikleri kendisine ait olan "Uyan" adlı albümünü çıkarıyor. Müziğine hazır ve nazır beklemekte olan hayranlarına "uyan" dercesine. Ve bundan tam bir sene sonra "Hayat" diyerek devam ediyor Jehan; Ada Müzik'ten 2. albümü de çıkarıyor. Kemal Evrim Aslan, Cenk Erdoğan, Murat Çopur, Mert Önal, Kürşad Deniz, Erdal Akyol, Ferit Odman, Derin Bayhan, Sarp Maden, Ozan Musluoğlu, Uğur Akyürek gibi pek çok başarılı ismin bulunduğu bu albümde de bağırmayan ama fısıldayan bir masal devam ediyor.


Yani aslında sahip olduğumuz değeri es geçiyoruz. Bedenimizle uğraşmaktan, sosyal olarak "beğenilme" telaşından henüz kafamızı kaldırabilmiş değiliz. Olguların içlerini doldurmak, dışlarını geçici olarak boyamaktan daha zor geliyor. Nasıl göründüğümüz bugün artık nasıl düşündüğümüzden çok daha önemli değil mi? Samimiyetsizlik kendi iç sesimizi de esir almadı mı? Değerini bilmeli insan. Silmeli kendini, parlatmalı içini. Onaylanmak ihtiyacı ne kadar lüzumlu olursa olsun evrilmeli insan. Evrilmeli ki bu ihtiyacını göz ardı edebilecek yeni bir göz açsın içinde. Açsın ki artık göremeyenlere inat kendini dışarıdan izleyebilsin ve onaylasın "tek başına" olabilme kudretini.

Bir söyleşisinde bu sözleri sarf etmiş olan Jehan Barbur'un müziğindeki felsefede bu düşünceden filizleniyor işte. Kendine yakın, iç sesine yakın, çıplak bir müzik. Herhangi bir rötuşu yok. Sözleri kendi kaleminden, zamanında kim bilir hangi renk eskiz defterine hangi renk kurşun kalemiyle, gülerken mi ağlarken mi yazdığı, farkını belli eden sözler... "Gidersen bana da bir dengini yolla" "Toplanmamış bir oda, ben ve hayat..." ve "Kelimesiz gelen fikirlerin yol alamaması..." diyeceğim o ki, Jehan Barbur müziğini bir kenara bırakalım, söz yazarlığında apayrı bir yeri var. Zuhal Olcay'ın son albümünde yer almış olan "Şermin" adlı parçanın sözleri Jehan Barbur'a bestesi ise Jehan Barbur ve Cem Tuncer'a ait. Ve hatta şarkının Jehan Barbur yorumu, yaptığım hafif çaplı kamu oyu yoklamasında daha çok beğenildi. Yoğun bir performans programıyla müziğine devam eden Jehan Barbur'u takip etmek isteyenler
          hem myspace syafasından; http://www.myspace.com/jehanbarbur/music
          hem de kendi sitesinden http://www.jehanbarbur.com/
tadına bakabilir, anlatmaya çalışmış olduğum tılsıma kendi kulaklarıyla şahit olabilirler. İzleme fırsatı bulduğum Ghetto performansında sahnenin bir metre ötesinden hissettiğim Jehan Barbur ve müziği, her ne kadar masalsı olsa da, çok gerçek. Kendi gerçeklerimizden damıtılmış. Sözler sıkıntısıyla ısırdığı kurşun kalemlerin masumiyetini ve her ne olursa olsun yalnız gelinen dünyada, yalnızken bir şeyler ifade eden "kendi"mizi anlatıyor. Gurursuz, dürüst, sevecen, merhametli, kırılgan, her ne iseniz... ‘Gidersen’ ve ‘Neden’ benim favorilerim fakat herkes Jehan'ın herhangi bir şarkısında önemli bir şey bulabilir, ezgisinin rüzgarıyla ruhundaki nemi bir nebze atabilir...

hil'alem.

8 Mart 2011 Salı

Ahmet Ümit'in kaleminden Şehr-i İstanbul


Yaz yaz bitmeyecek bir tarih İstanbul'unki. Yedi tepesinde yedi milyon uygarlık yaşamış, yaşanmışlık bırakmış. Nüfus kağıtlarımızda ya da ikametgah belgelerimizde ya da posta adreslerimizin son mısrasında çoğu zaman farkında olmadan iliştirilmiş olan şehir, İstanbul, romanların, özellikle tarihi romanların en nadide örtülerinden biri olmuştur hep. Ama polisiye? canice işlenmiş gizemli cinayetlerin örtüsü olursa şehir? Surlarıyla dehlizleriyle, bin yıllık dikilitaşlarıyla, kiliseleriyle, beşyüz yıllık camileriyle, külliyeleriyle, yüz yıllık cumhuriyetiyle bir ölüme tanıklık ederse şehir?


Yazmaktan usanmayan - iyi ki de usanmayan- ve polisiye romanlarıyla gün be gün artan bir okur kitlesine sahip Ahmet Ümit'in son romanı "İstanbul Hatırası" olur! Sizi içine çekme katsayısı bir yana, anlattığı İstanbul ve İstanbul'un binlerce yıllık tarihindeki diğer çehreleri ile okuyucuyu büyülemekle kalmıyor, bir fıçı tarih şarabı gibi yavaş yavaş şehri okura büyülü bir anlatımla sunuyor. Gürkan Gürak tarafından edebiyat dünyasında çok da alışık olmadığımız bir tanıtım filmi bile çekilmiş İstanbul Hatırası'na.

İstanbul Hatırası - Tanıtım Filmi from Köpekbalığı Çalışıyor on Vimeo.

Oyuncular: Ayhan Bozkurt, Mert Çetin
Müzik: Burak Baduroğlu
Teknik Yapım: Gürkan Gürak
Set Ekibi: Çağla Artagan, Deniz Artagan, Rıza Yazgılı
Yapımcı: Gül Ümit Gürak
Yönetmen: Gürkan Gürak

Eğer iyi bir Ahmet Ümit takipçisiyseniz, günümüz İstanbul'unun en tarihi mekanlarıyla ve geçmişiyle bağıntılı gibi görünen bir dizi cinayetin faillerini arayan Komser Nevzat'ı, yine Ahmet Ümit'in kaleminden çıkmış çizgi roman "Komser Nevzat ve Maceraları" dizisinden de hatırlayabilirsiniz. Türk Edebiyatı'nın nadir polisiye yazarlarından biri olan Ahmet Ümit her romanında okuyucuya otobüste, minibüste, serviste ayakta kitap okuyabilme yetisi kazandırmakla kalmayıp öyle bir tarih bilgisi sunuyor ve bilmediğimiz o kadar çok diyar gezdiriyor ki, Gülhane parkının girişinden Topkapı sarayına doğru çıkan, yakın zamanda restore edilen Soğuk Çeşme sokağın kıymetini bilerek taşlarına basar oluyorsunuz. Ya da Yere Batan Sarnıcı sadece ortaokulda ziyaret ettiğiniz bir müze olmaktan çıkıp, Osmanlılarla Romalıların su içme alışkanlıklarının farklılıklarına bir kanıt oluyor artık sizin için.

İstanbul, İstanbul Hatırası'nın sayfalarını çevirdikçe değişiyor, derinleşiyor. Her taşından her toprağından altın değerinde bir tarih çıkıyor ve hiçbir yere eskisi gibi bakmıyorsunuz. Ayasofya yerli turiste girişi daha ucuz olan bir müze olma kimliğinden sıyrılıp, tarihin bir köşesinde başka bir Hürrem hikayesi misali, bir kadının aşkından sıyrılamayan Bizans hükümdarın yaptığı katliamın mabedi oluyor. Hal böyle olunca her sene milyonlarca turistin ziyaret ettiği Şehr-i İstanbul'da geçen bu roman şu anda ingilizceye de çevrilmekteymiş. Eğer bunu öğrenmeseydim bizzat kendisine ulaşmaya çalışıp bu konuda yalvarmayı planlamıştım. Hatta İstanbul mimarisi üzerine ders verilmekte olan tüm üniversitelere de bu roman hatırlatılmalı diye düşünüyorum.

Romana dönersek, okudukça ana karakter Nevzat'ın size de geçecek olan yaşanmışlıkla dolu kırgın halleri, fakat mesai vakti profesyonelliğinden asla taviz vermeyen hırsı o kadar gerçek ki...Roman karakterinin de böylesi makul aslında, gerçeğe en yakını, yer kubbede bir yansımasının muhakkak oluşu...Rakıyı sevmesi mesela...Mezeleri anlatırken ki iştahı. Bir akşam üstü rum meyhanesinin bahçesine düşen akşam sefasını yaşarsınız adeta. Zeki Müren duyulur romandan yer yer. Dostluklara ve yitik aşklara içilen rakının bardağında yankı yapar. Sayfalar öyle gerçektir ki karakterlerle birlikte çakır keyif olursunuz. Ahmet Ümit'in tüm karakterleri hayatınızdan birisi olabilir, bu yüzden İstanbul Hatırasında Bzyantion imparatoru bile gerçeğin arasına masalsı bir anlatımla sıkışır ve bir imparatorun kudretiyle, günümüz şehir düşmanları iş adamlarının kudreti birbirine benzeyiverir aniden. Geçmiş günümüze karışır...Aynı topraklarda bin yıl önce yaşananlar, bugün yaşananlara paralellik göstererek "dün" bugüne ışık olur, yeri gelir cinayetlere ipucu olur.

Ahmet Ümit'in kaleminde Şehr-i İstanbul'umuz öyle güzel kıvrılmış ve tüm ihtişamını, endamını mısraların arasına öyle güzel saklamış ki, sadece polisiye değil şehre duyulan bir aşk hikayesi de anlatılmış, şehir de geçen aşklar da...

Kalemine sağlık Ahmet Ümit!

hil'alem

Ahmet Ümit
ESERLERİ:
Sokağın Zulası (1989)
Çıplak Ayaklıydı Gece (1992)
Bir Ses Böler Geceyi (1994)
Masal Masal İçinde (1995)
Sis ve Gece (1996)
Agatha'nın Anahtarı (1999)
Kar Kokusu (1998)
Patasana (2000)
Şeytan Ayrıntıda Gizlidir (2002)
Kukla (2002)
Beyoğlu Rapsodisi (2003)
Aşk Köpekliktir (2004)
Başkomser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü (2005)
Kavim (2006)
Ninatta'nın Bileziği (2006)
İnsan Ruhunun Haritası (2007)
Olmayan Ülke (2008)
Bab-ı Esrar (2008)
İstanbul Hatırası (2010)

Kendisine bu düşüncelerimi anlatmak için sabırsızlanmakla beraber tüm okurlarına sevinçle şunu da söyleyelim, Ahmet Ümit yarın akşam bir diğer romanı Beyoğlu Rapsodisin'de anlattığı Baraka'da, DJ kabinine geçip sevdiği şarkıları karanlıkta çalıyor. 24 Kasım 2010 günü gerçekleşen ve çok beğenilen performansının ardından, miksere daha da ısınan Ahmet Ümit, bir daha dinlemek isteyenler için, kaçıranlar için, duymayanlar için 9 Mart 2011 Çarşamba akşamı tekrar iş başında!


event linki:
http://www.facebook.com/event.php?eid=189115574460505

25 Şubat 2011 Cuma

Beirut; müziğin külliyesine bilet gibi!



kaldırım taşlarına palyaço suratları çizmek
palyaçoların gülümser olması, şehir insanının onları çiğnemesine rağmen,
nantes dinlerken niente! demek italyan vurgusu ilen
italyadan kartpostallar gelmesi mutlu mutlu
ve bir pazar gülümsemesi
akordeonun körüğüne sıkışmış kahkahalar hatta
beirut...
11. gezegen keşfedilirse (evet bilmeyenler varsa bir onuncu gezegen keşfedildi diye biliyorum)
adı beirut olsun...
niente!

Brandenburg Orkestrasının maestrosu; söz sende!

PS: Beirut, Zach Condon, söyleyeceklerim var hakkınızda, durun hele..

http://www.beirutband.com/




hil'alem

21 Şubat 2011 Pazartesi

yol(suz)luk...


atlayıp da bir vos-vos hayaline,
mukadderatta olan ve olmayan tüm yollara doğru,
benzinsiz ve benzimiz atmış,
elma yanaklı çocukluk olmadan
koşa koşa
yol alalım...
armoni olsun yolluğumuzda...
bitmesin müzik; yol-suz-luk olmasın...


hil'alem

17 Şubat 2011 Perşembe

"Yüzde Yüz Barış" Barışa Sanat Sergisi; barışa çomak sokanlara inat.

Sen barışa çomak sokan!
Bilir misin ki şu an vücudunda parlak bir zehir gezinmekte; ardında "para"normal bir aktivite olan. Fark et! Farkında ol! Ayırdında ol herşeyin yolunda olmadığının...ve gardını al! barışı amaç edinmiş insanımız var hala, sömürdüğün huzurlu günlerimizi elinden kurtarmak için...


Emeğine sağlık 44 sanatçımız bu semaya birer çığlık gönderdi - adı "Barış" olan. 2 Şubat - 14 Şubat tarihleri arasında Tarihi Aznavur Pasajının 9. katında bulunan Adasanat'ın ev sahipliğiyle gerçekleşen "%100 Barış" adlı karma sergide Barış için Sanat platformundan 44 sanatçımız her biri kendi üslubu ve disipliniyle, kendi dilinde, barışa çomak sokanlara "Dur!" dedi. Sergi kataloğunda yer alan Emre Zeytinoğlu'nun yazısında da belirttiği gibi "Ülkeye şiddet ve kan getirenlerin kullandığı barış sözcüğü ile, bizim kullandığımız barış kavramını birbirinden ayırabilmek amacıyla, estetik diline müracaat ediyoruz. Sonuçta biz, silahlardan ve kandan arınma anlamında, gerçek barışı isteyenleriz"

Memet Güreli, Hakan Gürsoytrak ve Taner Güven'in organizasyonunu üstlendiği sergide farklı disiplinlerden gelen sanatçılar barış temalı yapıtlarıyla, insanoğlunun düşüncesiz ve vicdansız tarafına erdemlice haykırdı. Açılış kokteylinde Kardeş Türküler'den bir grup müzisyenin barış türküleri seslendirdiği sergi bine yakın katılımcı tarafından ziyaret edildi. Ve daha da güzeli, bu - hırçın ama - dokunulması gereken vicdan tellerine farklı yerlerinden dokunabilmeyi başarmış serginin önümüzdeki günlerde farklı il ve ülkelerde tekrar sergilenmesi planlanıyor.

Son gününe yetişebildiğim sergiyi, içinde bulunduğum ucuz bir tüketim manyaklığı günü olan sevgililer gününde ziyaret ediyor olmam, sergideki tüm eserleri, sokaktan buram buram yükselen "dünyaya aldırmam, kendi dünyama bakarım" vurdumduymazlığına inat, daha özenle incelememi sağlayan önemli bir etkendi. Her birinin altında yatan barış fikrine hakettiği övgülü bakışı, kara mizahlısına sıkı bir gülüşü, zeki göndermelerinde kafamın üstünde oluşan hayran düşünce baloncuklarını ve yeri geldi gözyaşını doya doya paylaştım tüm eserlerle.

hey world hear my voice from selda asal on Vimeo.

Selda Asal- "Hey dünya duy sesimi" 9' video,2008

Metin Üstündağ'ın bir kara tahta üzerinde çarpık toplumumuza ve eğitimimize yaptığı göndermede gülüp, barışın kanatlarının zincire vurulduğu Seyhan Atamer ellerinden çıkmış heykelde hayran oldum...Ümit İnatçı'nı barış için "barış büyüsü" fikrine ise şaştım kaldım Adasanat'tan kahkahalarımı esirgemeyerek...Müzisyen Serdar Ateşer'in yazdığı liriklerle, Selda Asal'ın Diyarbakır'da aklı pırıl gençlerimizin katılımıyla gerçekleştirtirdiği atölye çalışması sonucu ortaya çıkan "hey dünya duy sesimi" adlı videosu ise - çok sesliliğin beni hep duygulandıran bir unsur olmasından olsa gerek- ne yalan diyim bir iki gözyaşımı özgür bıraktı Aznavur'un taşlarına doğru..

Buket Güreli - "Savaş ve Barış" interaktif düzenleme, karışık teknik, 2011

Sergi çıkışında katılımcı sanatçılardan Buket Güreli ile sohbet etme fırsatım oldu. Kendisi eşi Memet Güreli ile beraber Adasanat'ı kuran ve bu güzel işte emeği geçen sanatçılardan biri. Ve kanımca sergiye katmış olduğu eser "Savaş ve Barış", serginin de, taşıdığı amacın da başlığı gibi.. bir metreye bir metre, uzaktan tablo gibi görünen ve küçük magnetlerden oluşan bu interaktif düzenlemede, siyah beyaz savaş görüntüleri yer alan her küçük magneti, çiçekli böcekli, huzur dolu bir barış magnetiyle sergi ziyaretçileri kapatıyor. Siyah beyaz tablo, barış isteyenlerin sayısı arttıkça, renkleniyor; barışa eriyor...

Kadir Çıtak - "Ceylan" Fotoğraf, 2011
Kadir'in kendisine de ayrıca teşekkür etmek istiyorum, böylesi önemli bir sergiden haberdar olmamı sağladığı için..

Aznavur pasajının 9. katında gerçekleşmiş, benim gibi nicelerini etkilemiş bu serginin, sanatını sadece para için değil de daha ulvi amaçlar için kullanmayı bilemememişlere inat, halkların kardeşliğine inanmayanlara inat, yeryüzünün barış olmadan daha uzun yıllar direneceğini sananlara inat, düşünmeden yaşayanlara inat, Adasanat'ın terasından İstiklal'e bakarken gördüğüm, elektrikli ışıklarla donatılmış sözüm ona aşk ağacının ötesinde berisinde bilinçsizce fotoğraf çekenlere inat, barışa çomak sokanlara inat, her ilde ve her ülkede gerçekleşmesi, uyandırması ve farkındalık yaratması temennisiyle...

Soyadı sırasıyla sergiye katılan sanatçılar: Süreyya Acar, Aşkın Adan, Zeycan Alkış, Veysi Altay, Selda Asal, Seyhan Atamer, Seçkin Aydın, Mehmet Çeper, Fulya Çetin, Kadir Çıtak, Nazım Hikmet Richard Dikbaş, Artin Demirci, Bülent Fidan, Hakan Gürel, Buket Güreli, Memet Güreli, Hakan Gürsoytrak, Taner Güven, Ümit İnatçı, Ekrem Sami Kızıltan, Şerif Kino, Temür Köran, Gamze Olgun, Gülizar Doğan, İrfan Önürmen, Eyüp Öz, Şefik Özcan, Ender Özkahraman, Anti-Pop, Semih Poroy, Menekşe Samancı,Yonca Saraçoğlu, Ani Setyan, Kemal Seyhan, Barış Seyitvan, Sinan Şanlıer, Esat Tekand, Orhan Taylan, Metin Üstündağ, Cemil Cahit Yavuz, Nalan Yırtmaç, Mehtap Yücel, Turgut Yüksel ve Emre Zeytinoğlu.

hepinizin emeğine ve yüreğine sağlık.

Hilal SARI
14 Şubat 2010

metinüstündağ - "Kara tahtam kem talihim" Karatahta, tebeşir, 2010

Seyhan Atamer, "Barışı engelleyin" Karışık teknik, Heykel, 2011

Ümit İnatçı, "Barış Büyüsü" Karışık teknik, 2011

15 Şubat 2011 Salı

çöl ışığı sonatı



kainatın içinde bir ay,
ayın içinde bir kainat,
ludvig ayın,
gün çöllerin sonatını yazadursun..
dört kitabın manası
yusuf'un dilinden züleyha'nın gönlüne aksın..
karagözüm, hacıvatım; bu hikayeyi anlatsın...

10 Şubat 2011 Perşembe

çöl kızı Hindi Zahra sessizce gülümser mikrofona, ve şehir dinler...

Fas'lı bir annenin Fransız bir askere aşkından olmuş, bir berberi kız Hindi Zahra.. Müzisyen amcalardan, ara sıra oyunculuk bile yapmış ev hanımı bir anneye...18 yaşına kadar Fas'ta ruhuna kaçan çölün büyüleyici hali, bugün icra ettiği müziğinde hatırı sayılır bir etkiye sahip. Etnik müziği cazın içinde gülümsemesiyle harmanlayan Hindi Zahra müziğine aşık. Söylerken dinleyenlerden daha çok eğleniyor ve yüzü aydınlanıyor..Bugünün Billie Holiday'i diyorlar kırmızı şarap tadında bir sese sahip melankolik ama deli bu müzisyene.





Kendisini keşfettiğim günden itibaren Türkiye'ye ne zaman gelir diye beklerken, büyük bir talihsizlik sonucu Goran Bregovic'in konseriyle aynı gün şehr-i İstanbul'da sahne almıştı Hindi Zahra ve ben tercih yapmak zorunda kalmıştım. Şubat ayının -küresel ısınma sağolsun- ne ısınmak ne de soğumak bilmeyen şu günlerinde Ankara'da bir konser verdikten sonra İstanbul'a geldi nihayet. Biletleri günler öncesinden tükenmişti. Fakat Zahra'yı tanıyan, müziğindeki o lezizliği tatmış ve buna rağmen bilet alamamış olan her +24 heyecanla ve umutla bilet bekledi konser günü mekanın önünde...

Tiryakilerin sigara faslı biterken, ünlü yönetmen Tony Gatlif'in - filmleriyle yarışır diyemesem de :) izlemeye değer bir klip çekmiş olduğu "Beatiful Tango" adlı parçanın duru ve melankolik çingene büyüsü içine işlemiş ritimleri duyulmaya başladı. İstanbul'un ihtiyacı olan pamuk şeker gibiydi Zahra...Sevindi şehir anlayacağınız bu kadife sesi duyunca. Müziğinde çıkınını sırtına atmış, dere tepe düz giden bir kızın saçlarındaki rüzgar vardı. Sözlerini kendi yazıp, bir kaç gitar rifi yapıp üzerine bir kaç ritim kaydederek bestelerini yapan çöl güzeli soul-folk-jazz balatlarını Berberi kökenleriyle sarmaş dolaş ediyor ve ortaya evrensel bir müzik çıkıyor.


Berberi müzikleri ve çöl rock'n roll'unun arasında büyüyen Hindi Zahra'nın sanatla tam anlamıyla karşılaşması onsekiz yaşında okulu bırakıp Fransa'ya babasının yanına gelmesi ve Louvre Müzesi'nde işe başlamasıyla olmuş. Yorgun akşamlarında melankolik şarkı sözleri yazarak geçirmiş yıllarını. Şu an 30 yaşında ve geçtiğimiz sene çıkardığı "Handmade" albümüyle çok hızlı bir çıkış yaptı kaliteli müzikseverlerin dünyasına. Afro-Amerikan müzik akımını hayli önemli bir yerde tutan Zahra solo kariyerine başlamadan önce soul müzik grouplarında hip-hop vari back vokaller de yapmış. Fakat bu süreçte ne istediği ve müziğinin gerçek omurgası belirmiş.

Şarkılarını İngilizce, Fransızca ve Berberice seslendiren Hindi Zahra'yı dinlemesi keyifli - fakat seyretmesi daha bir keyifli. Güncel ve özgürlük karşıtı bir uygulama olan +24 meselesinden de haberdar olan Hindi Zahra, "burada olamayacak kadar genç olan arkadaşlarıma gelsin sıradaki parçam" diyerek konuya samimi ve içten bir protestoda bulundu sanatçı üslubuyla. "Set me free" derken özgür kalıp, "Oursoul" da gidenlere gülümsedi, yeni single'ı "Fascination" da yaşadığı bir aşktan büyülendi belki de.

Mikrofona sessizce gülümsedi Zahra, ve kimsenin çıtı çıkmadı. Hindi Zahra sahnedeyken büyü hiç bozulmadı... Avrupa şarabının tadına bakmış bu çöl kızını yakından takip etmeli, rüzgarını hissetmeli...

Hilal SARI

27 Ocak 2011 Perşembe

"Selam Sana Shakespeare" ve sahne sallayan hikayesi...



Shakespeare bir eldivencinin oğluydu.
Okumadı... Okuyamadı.
Erken evlendi. Çoluk çocuğa karıştı.
Aklı karıştı sonra…
Shakespeare avare oldu.
Çimenlerde kitap okurken, ilham perileriyle tanıştı…
Shakespeare yazdı.
38 oyun, 154 sone yazdı…
Kızdı ve yazdı...Sevdi ve yazdı…Düşündü ve yazdı…Gördü ve yazdı…
Esnaf kumpanyasında doğdu Shakespeare.
Günü geldi tiyatrosunu kurtarmak için zalim Kraliçe Elizabeth'in dalkavuğu da oldu.
"Olmak ya da olmamak" dedi.
"Sen de mi Brütüs?" dedi.
"Dünya bir tiyatrodur ve bizler oyuncuları..." dedi.
Shakespeare öldü. Shakespeare yaşadı... Shakespeare dört asır yaşadı…


Selam Sana Shakespeare adlı oyunda da telaffuz edildiği gibi;
“Üniversitede okuyamadı Shakespeare” “Ama üniversitelerde okundu Shakespeare”
Yaşıyor!
Kendi gözlerimle gördüm! 26 Ocak Çarşamba gecesi Haldun Dormen Sahnesi'nde izleyenlere teşekkür etti Shakespeare...

Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı bölümü mezunu bir İngilizce hocamızın zamanında bizlere aktardığı rivayete göre William Shakespeare'in soy ismi eski ingilizcede "sahne" anlamına gelen "peare" ve "sallamak" anlamına gelen "shake" fiillerinden oluşup, sahne tozuna bulaşarak kazandığı bir soyadmış. Bu rivayet yalan ya da doğrudur tartışılır; ama bu oyun "sahne sallayan" bir üstadın hikayesidir.

Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğunun bir oluşumu olan Tiyatro Boğaziçi'nin özellikle gençlere yönelik hazırlamış oldukları “tiyatro duayenlerinin hayatları” konseptli oyun serisinde kaçırmış olduğuma üzüldüğüm Molière'den sonra sıra Shakespeare'deydi. Tiyatro Boğaziçi'nin özverisi göz yaşartan oyuncuları ve bizler, "Selam Sana Shakespeare" adlı oyunda 4 asır öncesine selam durduk.


Belgesel tiyatro niteliğinde olan “Selam Sana Shakespeare” adlı oyunda, hakkında yazılı kaynaklarda çok fazla bilgi bulunmayan Shakespeare’in hayatı, unutulmaz oyunlarının en çarpıcı karelerinde, Shakespeare’in kendi dizelerinde tekrar can buluyor. Shakespeare’i ve yazıt değerindeki eserlerini daha iyi anlamak için bir ders niteliğinde olan oyun, şairin her birimizin en az bir dizesini ezbere bildiği, zamana yenik düşmeyen eserlerinden sahnelerle ve Stratford’lu kasaba genci William zamanlarında karşılaşmış olduğu iki ilham perisinin anlatımıyla, masalsı bir kurguyla oynanıyor.

William’ın ilham perilerinin ancak ve ancak Shakespeare öldüğünde özgür kalacak olmaları ve yazarın eserlerinin, çağının çok ötesinde olmasından ötürü aslında hiç ölmeyecek olması, oyunun en etkileyici mecazlarından. Hayatını bilmediğimiz Shakespeare’in bu ölümsüzlük sırrını, oyunlarına sorular sorarak akabinde de oyunlarından sahneler sergileyerek anlatan Tiyatro Boğaziçi, sadece Shakespeare’in hayatını değil, tiyatronun tarihini, toplumdaki yerini, Kraliçe Elizabeth dönemi İngilteresi’nde – ve hatta günümüzde de devam etmekte olan – sanat ve politikanın ilişkisini, toplumun sahneye bakışını bir masal tadında takdire şayan bir üslupla işlemiş.

Selam Sana Shakespeare'i izlerken, bir İngiliz aksanı yerine Kastamonu şivesi duyabildiğimiz sosyolojik esprileriyle, Juliet’in cilvelerinin aslında bugünün cilvesinden hiç farklı olmadığını gördüğümüz ölümsüzlük ispatı sahneleriyle, esnaf kumpanyasının sizi içine çeken sıcaklığıyla, Kraliçe Elizabeth’in sert mizacının sizi güldürecek bir komedi unsuru olmayı başarmasıyla “Bir Tiyatro Gecesi Rüyası”na dalıyorsunuz.

Bir Yaz Gecesi Rüyası, Rome ile Juliet, Hamlet, Macbeth, IV. Henry ve II. Richard gibi komediden pastorale Shakespeare’in birçok oyunundan sahnelerle bezenmiş “Selam Sana Shakespeare” performanslarını severek izleyeceğiniz Aysel Yıldırım, İlker Yasin Keskin ve Özgür Eren’in marifetli zekalarının ürünü.



Tragedya sahnelerinde, dramdan çok seyirciyi yüksek sesle güldürmüş olan komediye yatkınlıklarından olsa gerek, masaldan ara sıra istemeden çıktığım oldu. Fakat Haldun Dormen sahnesinin her beş sırada bir, sağlı sollu yerleştirilmiş olan elektrikli sobalarının sıcaklığını yüzümde hissettiğim oyunun çıkışında kendi kendime “Ne mutlu ki bize, böyle şahane işler yapan fedakar çağdaşlarımız var” derken buldum kendimi. Tiyatro Boğaziçi’nin kısıtlı imkanlarla çok büyük işler başardığına inandığım, şatafattan uzak dekor ve kostümlerin içinde, atmosferi izleyicinin hayal gücüne bırakarak görülmeye değer bir performans sergileyerek zor bir işin altından kalkan genç ve fedakar oyuncularına ayrı ayrı teşekkür etmek istedim.

Teşekkürler Tiyatro Boğaziçi!

Selam Sana Sevgili Shakespeare!

Reji, Kurgu ve Metin Yazımı
Aysel Yıldırım, İlker Yasin Keskin, Özgür Eren
Reji, Kurgu ve Metin Yazımı Danışmanı
Uluç Esen
Dekor
Uluç Esen
Kostüm
Nilgün Ilgıcıoğlu, Özlem Pehlivaner, Sezin Gündoğan
Işık ve Efekt
Uluç Esen, Volkan Mantu
Afiş
Aydan Çelik
Oyuncular
Aysel Yıldırım
Burak Akyunak
Duygu Dalyanoğlu
Eser Dilsöz
İlker Yasin Keskin
Özgür Eren

21 Ocak 2011 Cuma

Oi Va Voi, dalgın hayatların şnorkeli tadında bir müzik...

Müzik, yeri gelir şehir insanının şnorkeli olur, başka bir diyardan kokusu farklı bir oksijen misali...


Son iki akşamdır İstanbul Babylon'da sahne alan ve 21 Ocak Cuma günü de sahnede sihirli müziklerini yapmaya devam edecek olan "Oi Va Voi" topluluğu da işte bu kokusu farklı oksijen misali bir avuç şehir insanını şenlendirdi dün akşam.



Kainatın soğuk ve gri bir yakasından, Londra'dan kalkıp şehrimizi şereflendirmiş olan bu topluluğun mayasındaki sentez ailelerinin Yahudi göçmenler olmasından, şarkılarını ingilizce ve yiddish dilinde seslendirmelerinden,-yiddish dili yahudilerin konuştuğu ibranicenin biraz almanca ile sarmaş dolaş olmuş bir lehçesi- bir de üzerine 1001 gece masalları tadında hisler yaşatan ekmek arası bir oryentlik sıkışmış olmasından ileri geliyor. Müziğin kalıp peynir gibi isimlendirilmesinden hoşlanmasam da daha anlaşılır hale getirebilmek için oi va voi insanlarının müziğini indie, folklorik, etnik ve hatta elektronik olarak adlandırabiliriz. Trompet, klarnet, elektro gitar, davul ve gerçekten başka bir davul (en düğün hallerinden) gibi enstrümanlarla donatılmış grubun tüm üyeleri en az bir enstrüman çalabiliyor.

Nik Ammar (gitar, mandolin, vokal, prodüksiyon),
Josh Breslaw (davul, perküsyon, prodüksiyon),
Leo Bryant (bas gitar),
Steve Levi (klarnet, vokal),
David Orchant (trompet),

şahane misafirleri
Anna Phoebe (viyolin)
Lucy Shaw (bas gitar)
Bridgette Amofah (vokal-dün akşam şehri istanbulu ışıklandıran vokal)
Alice McLaughlin (vokal)

Bir de dün akşam tesadüfen tanıştığım, trompetçi David'in Londra'dan ta buralara hem istanbul görmeye hem turneye eşlik etmeye gelmiş iki arkadaşı var; Todd ve Dave, enerjileri mekanın şahsen bulunduğum kısmına ayrı bir neşe kattı. Onların da seyirci performanslarına ayrıca selam olsun.



Grubun ismi Oi Va Voi, yiddish dilinde "Aman Tanrım!" anlamına gelmekle birlikte, Refugee ya da Magical Carpet adlı parçalarını dinlerken insanın içini gerçekten "oi va voi" diye bağırmak isteyen bir his alabiliyor. 90'lı yılların sonunda kurulan grubun şu ana kadar Digital Folklore, Laughter Through Tears, Oi Va Voi ve Travelling the Face of the Globe adlarında dört albümü, ve tadından yenmez beş single'ı çıkmış.

Son albümlerinin ismi gerçekten müzikleriyle örtüşen bir isim olmuş. Yuri'yi dinlerken kendinizi bir macar düğününde bulup balkan ezgileriyle coşarken, Every Day'i dinlerken birden kıta değiştiriyor ve klarnet çalan vokalin o insanı adeta uçuran yiddish nameleriyle çöllere konuyorsunuz.

Oi Va Voi'nın seyircisi de bir başka...Babylon'un o ukala şehir insanından eser kalmıyor ruha işleyen bu müziği duyanda. Şayet aramızda empatik insanlar varsa sahneden bara doğru uçuşan o iyilik melodilerini renk renk görmüştür.. 2 saatliğine de olsa dalgın hayatlarınızın dışına çıkıp bir şnorkelden kana kana oksijen almak misali, ışık ışık Oi Va Voi ezgilerini dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim. 12 Şubat Cuma günü tekrar Babylon'da sahne alacak olduklarını da sevenlerine sevinçle duyuralım.

ve aman dikkat şnorkelinize gerçek kaçmasın :)
ışıklı müzikleriniz olsun.



Sevgiler.
hil'alem

16 Ocak 2011 Pazar

"çok kadın; hiç kadın!"

Alemlere bilindik, benimse yeni kulağıma çalınan bu tabir, İstanbul Devlet Tiyatrolarında bu sezon oynamakta olan tek kişi ve tek perdelik bir monoloğun akılda kalan ve akıl alan deyişi…Belki de tanrılara bile kabak tadı vermiş olan nefsin doyumsuzluğunun, şehirleşmiş hallerine “çok kadınlı” dönemlerden “hiç kadınlı” bir döneme beklenmedik bir geçiş yapan renkli bir zekanın penceresinden yalnız geçirilen bir Sevgililer Günü izliyor seyirci “Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk” adlı oyunda.


Bir sevgililer gününde evde sevgilisini beklemekte olan Sinan, geçmişi tekeşliliğe karşı çapkın bir savaş vermiş olan adem oğlunun kendiyle hesaplaşmasının monoloğu, ve Cezmi Ersöz romanlarının gerçekçiliği ortaya seyredilmeye değer bir oyun çıkarmış.

"Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk" Cezmi Ersöz'ün 2007 yılında yayımlanmış olan aynı isimli kitabından tiyatroya uyarlanmış ve Serap Eyüboğlu tarafından yönetilmiş. Kürşat Alnıaçık'ın görülmeye değer performansı ile sahne tozuna bulanan bu monolog, kazanova adem oğullarını tekrar tekrar düşünmeye zorlayan etkileyici bir iç hesaplaşmaya dönüşüyor. Aslında tek kişilik bir oyun olarak lanse edilmiş olsa da, oyuna ilginç bir bakış açısı getiren bir sokak ayyaşı seyircilerin arasından ara sıra sahneye doğru savurur sözcüklerini. Kendine dürüst ve acı laflar eden bu sarhoşumuz ve Sinan’ın hiç kadınsız dönemine geçişini sağlayan dış kadın sesleri vardır oyunda. Kadın seyirciler içinden “oh” derken, er kalabalığın kafasının üstünde bir “of” belirdiğini hayal edebilir insan ara sıra. Ne de olsa bir erkeğin mahvoluşu ve güçsüzlüğüdür sahnedeki, Kürşat Alnıaçık’ın ve Sinan karakterinin heybetine rağmen…



Kürşat Açıkalın seyirciyi delici bakışlarıyla, yalın ayak ahengiyle, ve hatta hırstan çıldırmanın metaforik bir modern dansa dönüştüğü sahnelerdeki salyalarıyla orta yaşlı pişman kazanova Sinan karakterinin hakkını vererek seyretmeye değer bir performans sergiliyor - ara sıra bazı hareketlerinin fazla abartılı olduğunu ve seyirciye garip geleceğini düşünmekten kendimi alamamakla birlikte –bu tek kişilik yalnızlık trajedyasının altından başarıyla kalkıyor.

Tüm tiyatro severlere ve artık akıllanması gerektiğini düşünen-düşünmeyen tüm çapkınlara özellikle tavsiye edilir.


Yazan: Cezmi Ersöz
Yöneten: Serap Eyüboğlu
Dekor Tasarım: Serpil Tezcan
Giysi Tasarım: Serpil Tezcan
Işık Tasarım: Ayhan Güldağları
Müzik: Vedat Sakman
Hareket Düzeni: Kürşat Alnıaçık

Sahne Amiri: İlker Temür
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Kaan Eman
Rol Dağılımı: Kürşat Alnıaçık, İsmail Kavrakoğlu

16 Ocak 2011 Pazar

10 Ocak 2011 Pazartesi

Jisas Yu Holem Hand Blom Mi - Thin Red Line Soundtrack



Terrence Malick imzalı Thin Red Line/ İnce Kırmızı Hat filminin ilahi soundtrack temalarından biri olan bu parça, Melanezyan (Pasifik Okyanusunda bulunan bir ada kabilesi) bir koro tarafından icra edilmiş olup, Hans Zimmer adlı müzisyen - adı birçoğunuza çok tanıdık gelmese de bir çok filmin müziklerine imzasını çiziktirmiştir kendisi- tarafından düzenlenmiş, ve bizlere afiyetle dinlememiz için, başarılı ve çekilmiş olan en estetik savaş filmlerinden birinin sahneleri arasında leziz şekilde sunulmuştur.


Müzik, hele de saf insan sesinin harmonisiyle oluşmuş bir melodi, yoga-pilates hak getire - temelde en güzel meditasyondur, zihnin rahatlamasını sağlayan en yüce insan buluşlarından biridir. Dinlemekte olduğunuz bu parça ise, pasifik adalarında yaşayan yerli bir kasaba halkının, evet el çırparak, dua etmeye giderken söyledikleri ilahilerden biridir.


Coğrafyanın ve bir savaşla beraber yaşamakta olup, sabah tekrar görülebilen güneşe şükretmenin de verdiği hisle, bu melodi İnce Kırmızı Hat'tın fikrimce en özel anlarından birini tamamlar. 2.dünya savaşı filmlerinin kesinlikle klişe olmayan bir versiyonunu, cennet bir coğrafyada ilahi müziklerle harmanlanmış halini seyretmek isteyenler, bu filmi bulup izlemeli.

ve hatta cennet müziğin ta kendisidir bazen...

Hilal
01:50

6 Ocak 2011 Perşembe

hıdırellez


hıdırellez kokar şehir...
hele de ahırkapı'nın yosunlarına yakın iken...

Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri, 5 Mayıs 2010

dilek ağacı


niyet edip de dikemediğimiz limon ağaçları niyetine...
bir tutam toprakta bir koca ağaç dilemeler...
çıkmamış dallarına dilekler bağlamalar...
soğukta büyüyen küçük ağaçların salıncaklarına sözüm,
ben limon ağacımı diktim...



tarih: bilmem ki ne zaman?