27 Kasım 2013 Çarşamba

öykü kırıntıları

Şehrin uzak bir köşesine giden trene atlayıp karikatür okumanın dayanılmaz hafifliğiyle olan bitenden uzaklaşmaya çalışıyordu Gerald. İnsan sesinden olabildiğince uzaklaşmak ve mümkünse bir hayvan sesi duymak. Hani özüne dönmek gibi bir arzuydu bu. Kuzu sesinin peşinden belki de hiç bilmediği bir diyara gidip, sonra mağarasına dönmenin hayallerine dalacaktı binlerce yıl önceki hali. Bunu düşünerek üç istasyonu geçmişti. Tren keşke hiç durmasaydı. Boris Vian kitabındaki ring otobüs hattı gibi, nereye gittiğini bilmeden yola devam etseydi...


18 Temmuz 2013 Perşembe

öykü kırıntıları

Öfkesi kimeydi kadının? Kendisine mi yoksa yaklaşık on gündür doğru dürüst görüşemediği halde herhangi bir mahcubiyet sözcüğü duymadığı sevdiği adama mı? Kafası karışık, öfke ve bezginlikle Karaköy vapuruna binmektense, soğuk bir şeyler içebileceği iskelenin karşısındaki restoranlardan birine oturdu bir hışımla.

Karaköy vapurunun kalkmasını bekleyen kalabalık arasında birden bir arbede çıktığını farketti. Kendi sıkıntılarından uzaklaşmak isteyen birçoğunun yapacağı gibi merakla daha dik oturup ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Fonda eski türk filmlerinin müzikleri çalarken, esnafın durdurmaya çalıştığı bir kavga sürüp gidiyor, kendi dünyasına dönmemek için kadın nedense kavga bitmesin istiyordu. Dalganın seslerine vapurun düdüğü son noktayı koyduğu anda kavga da sona ermiş, kadın masasındaki temiz kül tablasını kirletme kararı almıştı. Bir sigara yaktı.Hatırlamaya çalıştı sonra...

Kendini boşa heyecanlanan, daha doğrusu kendi kendine heyecanlanan aptal bir serçe gibi hissettiği anı hatırlamaya çalıştı. Neden bu kadar coşkulu olmak zorundaydı ki her şey? Neden hiçbir şeyi o kadar da hayranı olduğu Tebrizli Şems sakinliğinde yaşayamıyordu ki! Varsın görüşmesinler bir hafta daha dünyanın sonu mu? Hayır. Eee? Herhalde o serçelikten gelen bir burukluk bu. Ulan özlemişti ve özlenmek istiyordu işte. Çok mu zordu bunu anlamak? Aslında çok basitti her şey. Neyi neden büyütüyorduk ki?

De ja vu'lardan olsa gerek...Özlenmemiş ya da görüşülmeye değecek kadar özlenmemiş olduğu başka vakitler gelip geçti aklından. Bir ihtimal uğruna şehrin bir köşesine gidip de küçük bir sevgi kırıntısı uğruna sırtını çevirdiği koca bir dünyaya rağmen, heyecanı sayesinde bekledikleri aklına gelmiş olacaktı ki, bir 50'lik söyledi kendine. Nihayetinde acıkmıştı. Sevgiye olan açlığın tek bastıramadığı o fiziksel açlığa teslim olmuş, Topkapı Sarayı'na bakarak güzel bir porsiyon hamsi yemenin ve üzerine gereksiz heyecanları uzaklara üfleyeceği bir sigara yakmanın en mantıklı şey olacağını düşündü.

Hala öfkeliydi, çünkü hayat onu mantıklı olmaya zorluyordu. Mantık dediğin ne ki onun yaşadıklarının yanında? Aklının kiri...

15 Temmuz 2013 Pazartesi

öykü kırıntıları



6

Kulağında 78summer çalıyordu Yann Tiersen'den, motor kıyıya yanaşırken. Düşündü genç kız; acaba 78 yılının sıcak bir yaz gününde dünyanın herhangi bir köşesinde aynı şu anda onun hissettiği gibi hisseden bir kız yürümüş müydü yüzünü okşayan rüzgarı hissederek? Berlin'de ya da İstanbul'da ya da Nairobi'de...Beyaz, buğday ya da esmer bir tende, aynı rüzgar, aynı hislerle dans etmiş miydi?

O gün saçları o kadar istediği gibi olmuş ve tam da sevdiği adamın hoşuna giden şekli almıştı ki, saat 13:00te girmesi gereken iş görüşmesinden sonra onu görmek istiyordu. Daha ziyade sadece onun anlayacağını düşündüğü şu 78 yazı ve rüzgar meselesinden konuşmak ve fikrini almak istiyordu gözünün içine bakarak... Dolmuş sırasına geldiğinde 78 summer adlı parça bitmiş ve genç kız bir bestenin insana yaşatabildiklerine hala şaşkın, "Teşvikiye'den geçer mi?" dıye sordu..

2 Temmuz 2013 Salı

#direniştenöykükırıntıları

"Bugünlerde yaşananları unutmamak lazım" diyerek not almaya başlamıştım İstanbul Taksim'de başlayıp tüm Türkiye'ye ve dünyanın bir ucuna kadar etkileri yayılan barışçıl direniş hareketimizin ilk günlerinde. Çünkü göz yaşartan biber gazından ziyade, göz yaşartan insani güzellikler de yaşadık. Bu yazıda da genelde hem kendim ve arkadaşlarımın yaşadıklarına, hem de tanık olduğumuz en saf ve güzel anlara yer vermeyi amaçlıyorum. Hatta Gezi Parkı ile başlayan ve bir halk hareketine dönüşen gösteriler hakkında yazılan binlerce yazıdan biraz daha farklı olsun umuduyla kıssadan hisse tırnak içinde direnişten öykü kırıntıları olarak aktarmaya çalışacağım yaşananları. Dilerim akıllarda ve gönüllerde yer eden yaşananlar, geçmişe dönüp baktığımızda -kayıplarımızı saygıyla anmayı unutmadan - gülümseyerek hatırlayacağımız ve mizahın yücelttiği güzel çiçekten günler olarak kalır.

#direniştenöykükırıntıları1
İstiklal'in her Cuma ve Cumartesi gecesi altında ezildiği kalabalık onbinlerle katlanarak büyümüştü o gün. O kırmızılı kadına polisin o kadar yakından ve zalimce biber gazı sıkması canımızı sıkmıştı arkadaşım! çıktık biz de "artık yeter" demek için. Her zamanki birbirine karışan müzik seslerinden ziyade, kalabalığın "hükümet istifa" sesleri yükseliyordu. Ve ben hayatımda ilk kez biber gazına maruz kalınca yüzüme sürmem gereken Talcid'imsi solüsyon görmüştüm. Her zaman giyim tarzımın bir parçası olan rengarenk şallarımdan şimdi hatırlamadığım bir tanesi, beni o acı gaz kokusundan korumak için siper etmişti kendini. Kalabalığın gürültüsüne rağmen kendi nefesini o şal sayesinde duyabiliyor ve hissedebiliyordum. Kalabalık güruhtan aldığımız bilgiye göre yerinde olan hareket yakın zamanda onlarca yıllık ağaçlarını kesmeye teşebbüs ettikleri Gezi Parkı'na varabilmekti...Ve korumak o canım ağaçları! Ama ilerleyemiyorduk işte gözünü sevdiğim güzel insanların biber gazına karşı fiziksel bir sınırı vardı ve biz İstiklal Caddesi'ni dikey kesen Sadri Alışık sokakta acaba ne yapsak diye bekleşiyorduk. Ara sıra İstiklal Caddesi'ne çıkıp ilerlemeye çalışsak da, ardı arkası kesilmeyen biber gazları, hayatında hiç böyle müdahele görmemiş kalabalığı korkutup geri püskürtüyordu. Bir keresinde öyle bir kaos yaşandı ki insanlar birbirini ezecek diye çok korktuk ve kenara kaçtık. .bu şahit olduğumuz en saf ve en doğal duyguydu; korku! Gök gürültüsünden, gürüldeyen dereden ya da yağan yağmurdan korkan homosafienlerin torunları bizler, biber gazından kaçarken ezilerek ölmekten korkmuştuk... Ne mutlu ki sıcak elinden tutacağım biri vardı. Tutunca elimden sıkı sıkı İsyan Günlerinde Aşk diye içinden geçirmeden edemedim! Çok sürmedi, o içimdeki korku öfke ve güce dönüşmüştü.. Bu yaşanan arbededen bir yarım saat kadar sonra 00:50 sularında öyle bir müdahele oldu ki, kendimizi önümüzü görmeden koşarken ve Cihangir yönünde kaçarken bulduk. Çünkü ne gaz maskemiz ne de kaskımız vardı! Düşenler, istifrar edenler, ağlayanlar, limonunu talcidli solüsyonunu paylaşanlar...Biz, tek silahı sesi ve düşüncesi olan barışçıl direnişçiler, geceyi arkadaşlarımızın ve Darüşşafakalı bir ağabeyimizin çalıştığı Anka Film'de geçirdik. Kendi ülkemizde terörist muamelesi görmüş ve anlam verememiştik. Ofiste sabaha kadar olayları tıkılı kaldığımız dört duvar arasından takip etmeye çalışırken, toplantılar için kullanılan beyaz tahtaya bugün hala silmedikleri sloganları yazdık Anka Film'de. SIK BAKALIM, SIK BAKALIM, BİBER GAZI SIK BAKALIM, KASKINI ÇIKART, COPUNU BIRAK, DELİKANLI KİM BAKALIM... Kendi ülkemizde, daha kötüye değil de daha iyiye gitmesini dilediğimiz kendi ülkemizde, kaçak ve azılı suçlular gibi tahta masaların üzerinde ertesi gün de tekrarlanan bu hikaye sebebiyle iki uzun gece geçirdik...halbuki tek istediğimiz faşizmden demokrasiye geçmekti! ve ağaçlar... ve özgürlüğümüz...
#direniştenöykükırıntıları 2
Taksici kadının direnişçi olup olmadığını tam anlamadığından herhangi bir yorum yapmadan önce tedirgindi. Dikiz aynasındaki küçük duadan anlaşıldığı üzere inançlı biriydi ve yemeği evde karısı ve çocuklarıyla yemek için acele ediyordu. Sonra kadının "abi güzel oldu be, herkes binbir türlü insan hep birlikte...öyle güzel ki bir görsen..." demesiyle içi ferahladı. "iyi oldu tabii hanımefendi, yediler bitirdiler ülkeyi" dedi. Sonra bas konuş telsiz olarak kullandıkları eski model telefonunun küçük hoperlöründen coşkulu bir ses geldi. "Arkadaşlar ben paydos ediyorum, Taksim'e direnişe gidiyorum! Taksim'e direnmeye gidiyorum haberiniz ola!" Taksici ve kadın gülüştüler ve kadın içten bir "Helal olsun ya abime" dedi. Taksici bu övgüyü arkadaşının duymasını istemiş olacak ki, bas konuş düğmesine basıp "abi bak müşterim sana birşey diyor" diyerek telefonu kadına uzattı. Kadın "Helal olsun abim ya! Helal sana!" dedi tekrar...
#direniştenöykükırıntıları 3
Barikatlar kurulduktan hemen ertesi gün, meydan şenlikli insanlarla dolmuş, o ruhunu yitirmiş haliyle hatırladığımız AKM binasına kocaman bir "BOYUN EĞME!" pankartı asılmıştı. Gerçekleri aktarmayan medyanın yayın araçları devrilmiş, fakat mizahi bir vicdanla patlama tehlikesine karşı, araçların üzerine, "araçtan uzak dur" yazılmıştı. Birbirlerini en öndeki kısa boylu arkadaşın elinde tuttuğu sopanın üzerine yerleştirdiği şapka sayesinde kaybetmeyen grup Gezi Park'ın içindeki panayır havasını almak ve günlerin verdiği yorgunluğu Elmadağ'daki evlerinde sonlandırmak için parkın derinliklerine doğru yürüyorlardı. Sivil inisiyatifin kurduğu minik yiyecek standlarını görünce aç olduklarını hatırladılar. Genç kız standa yaklaştı ve ne yiyebileceğine baktı. Bunu farkeden gönüllü bir sandviç uzatarak "sandviç ister misin" diye sordu. Kız ise verdiği cevaptan - daha doğrusu yönelttiği saçma sorudan- tam olarak yarım saat boyunca utandı; "Sandviç neyli?" Adam gülümseyerek ve küçümseyerek baktı kıza. Halbuki kızın niyeti, eğer içinde yiyemeyeceği bir şey var ise ziyan olmamasını sağlamaktı. Ama herhangi bir açıklama yapmadan, sandviçi alıp teşekkür ederek ve utanarak uzaklaştı...
#direniştenöykükırıntıları 4
Hala yerleşik düzene geçmediğimiz ve 12 çadırlı Darüşşafaka Gezi Köyünü kurmadığımız günlerdi. Yani direnişin 4.-5. günleri...Meydanda küçük bir grup arkadaş her zamanki buluşma noktamız olan ters dönmüş polis aracının orada buluşmuştuk. Üzerinde "Holosko artı bir miktar para verelim hükümeti bırakın" yazan pankartı görmüş ama futbol terminolojim sıfıra yakın olduğundan pankarta anlam verememiştim. Grubun gülüşmelerinden uzaklaşıp Holosko'nun çok değerli bir oyuncu olduğunu bilmediğimden arkadaşa sordum "Holosko ne abi?" kim de değil, ne! Futbol taraftarının mizah dolu direnişinin ayrı bir hava kattığı gezi günlerinin "Çare Drogba" "Fenerliyim ama yükselenim Çarşı" gibi birbirinden akıl küpü tümceleriyle geçen bu direniş gününde birden anlamadığımız bir şekilde meydana gaz kokusu gelmeye başladı.Beşiktaş'ta çatışmaların devam ettiğini duyuyor ama kokunun ta Gezi Parkı'na kadar gelmesine akıl sır erdiremiyorduk. Fiziksel sınırlarımızı zorlasak da meydandan uzaklaşmamız gerektiğini anladığımızda gözlerimi açamıyordum. Düşünsenize, yürümem gerekiyor ama gözlerimi açamıyorum. Tanımadığım birinin limonuna uzatıyorum elimi. Tüm güleryüzüyle- o gazda ne kadar gülebilirseniz - paylaşıyor benimle limonunu. Sonra Erhan çantamdan tut diyor. Ve ben tüm İstiklal'i, Galatasaray Lisesi'nden önce hemen sağda Balo Sokak'ta yer alan Barakabar'a varana kadar, görme engelli arkadaşlarımıza yaptığım empatinin tavan yaptığı bir 20 dakikada geçiyorum Erhan'ın çantasından tutuna tutuna...Astımı olan Sevinç ve nişanlısı Özhan iyi ki vaktinde ayrılmışlar ve metroya kapanmadan binmişler diye şükrederken, yerde baygın bir kız görüyoruz. Gazdan fenalaşmış ve ambulans bekleniyor...Elinde silahı olmayan, profesyonel koruyucu malzemeleri olmayan, sade ve sadece bir kol çantası olan genç bir kadın, Taksim Meydanı'nda fiziksel bir şiddete maruz kalıyor her birimiz gibi.
Orantısız güç bir kadının soluğunu kesiyor dakikalarca. Boynunu sıkan ayyaş koca gibi, orantısız zekası ile barışçıl direnişçilere acı çektiriliyor...Haftalarca...
----------
to be continued...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

August Rush, müziği sadece dinleyenlerin duyabildiği bir film...

Dinleyin...
Duyabiliyor musunuz?
Müziği...
Ben her yerde duyabiliyorum
Rüzgarda...
Havada...
Işıkta...
Müzik her tarafta!
Tek yapmanız gereken ona açık olmak...
Tek yapmanız gereken dinlemek...

Görüntülerdeki ışık huzmelerine bu sözler eşlik ediyor 2007 yapımı August Rush'ın ilk saniyelerinde. Kulağını bütün güzelliklere kapatmışları bile dinletecek bir çocuk sesiyle "Dinleyin" diyor August Rush. Kirsten Sheridan tarafından yönetilen August Rusg (Kalbini Dinle) müziği yemekten daha çok sevenler için, izlemeden ölünmeyecekler listemizde artık.

Müziğe bir peri masalına inanır gibi inanan ve bir müzik dehası olduğunun farkında bile olmayan Evan Taylor'un (Freddie Highmore)dolunaya bakarak anne ve babasını müzikle bulacağını düşünürken kendini bulduğu bir yolculuk August Rush. New York çocuk esirgeme kurumunda başlayan ve müziği duymasına engel bir dolu etkene rağmen gamzeli bir gülümsemeye şahit olduğumuz Evan Taylor'un hikayesi, sadece doğayı ve yaşamı dinleyerek izleyiciye her hün yanından geçip de farkına varamadığımız armoniyi hatırlatıyor. . Björk'ün oynadığı müzikal film Karanlık'ta Dans'ı izleyenleriniz var ise, bana yer yer onu anımsattı. Sokakta yürürken tamamen görmezden geldiğimiz seslerin bazen birilerinin hayatındaki en değerli varlıklar olduğunu söyleyen, lirik bir hikaye olmuş August Rush. Hem çelloyu, hem gitarı hem de sokağın kendisini birlikte müzik yaparken izleyebileceğimiz, müziğin tek umut olduğu güzel bir hikaye...

Elektrik tellerine bakarken içinden bir ses geçtiğini duyana kadar dinlemek vardı filmde. Naif bir çocuğun müziği duymak için elektrik tellerine uzun uzun baktığı bir sahne. Sanki yeryüzü ahşap bir gitar, elektrik telleri de gitarın telleri...Müziğin kaynağının ne olduğu sorusuna, "sadece bazılarımız mı onu duyabiliyor?" sorusuna, sokak çocuklarına müzik yaptırarak geçinen Wizzard karakterinin (Robbin Williams) çok iyi bir cevabı vardı.

-Sadece bazılarımız duymak için dinliyor evlat!

İşte August Rush dinlemeyi sevenler için müzikli bir şölen olmuş. Oscar'a müzikleriyle aday olmuş, genç oyuncu Freddie Highmore'un harika performansı ile daha da şen hale gelmiş, Robbin Wiiliams ile hayat bulan Wizzard'ın müziğe aşık ama hayata tutunmaya çalışan bir çıkarcı karakter arasında gidip geldiği ve gitarın en güzel kullanıldığı ve bittikten sonra mutluluktan en az yarım saat sessiz kalmak isteyeceğiniz August Rush müzikli bir şölen...Afiyetle izleyiniz.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri 2013

Hıdırellez halkların ve karakterlerin bahar bayramıdır!
Hıdırellez şehir insanının kendini bulduğu, içindeki çingeneye kavuştuğu gündür!
Hıdırellez güzel insanların günüdür! 
Ahırkapı'da baharın, renkli fularlarla 9-8lik ritmlerde oynadığı gündür!
Zurnanın kulaklara üflediği, bahşişin romanın cebine gülümsemeyle girdiği gündür!
Her sene olduğu gibi, bu sene de 5 Mayıs Ahırkapı Hıdırellez kutlamalarını iple çekiyordu İstanbul'un kızanları. Parkorman'da kapital mevzuların hiç etmeye çalıştığı orijinal Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri her şeye inat rengarenk, capcanlı ve şanına yakışır geçti.

Ahırkapı mahalle halkı, Ahırkapı Güzelleştirme Derneği, Kumbara Sanat Atölyesi, Toplumsal Dayanışma Derneği ve Ahırkapı Roman Orkestrası katkılarıyla organize edilen şenliğin asıl amacı Tarlabaşı gibi, Sulukule gibi, Balat ve Süleymaniye gibi "kentsel dönüşüm" adı altında zorlanan yerli halkın varını yoğunu turizm dünyasına satmak zorunda kalan mahalleliye bir nebze destek olmak ve tabii ki  Roman müzisyenlerin şen müziğiyle gönlümüzce oynayıp kurtlarımızı dökmekti.

Ayasofya karşısında sabırsızca bekleyen yüzlerce şenlikçiyle birlikte, Ahırkapı'daki esnaflar gibi biz de hazırlıklarımızı yapmıştık.En renkli etekler, şalvarlar giyilmiş, renkli gözlükler takılmış, kız-erkek farketmez saçlara en çiçekli fularlar bağlanmıştı. Saat beş sularında alana gelen Roman Orkestrasının 9-8lik ritmleriyle start alan kalp atışlarımız hava kararana kadar bir nebze yavaşlamadı. Ayasofya'dan Ahırkapı'ya inen yokuşlarda, orkestra eşliğinde dans ederek yürüyen renkli kalabalık İstanbul'un en cümbüşlü ve en karakter dolu geçit töreni oldu. Roman müzisyenlerin yaptıkları müziğe canlarını ve tüm enerjilerini katıyor olmaları ise Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri'nin katalizörüydü.
Ahırkapı Big Gang

Ahırkapı Big Gang adına layık gördüğüm şenlik tayfamız Keresteci Hakkı Sokağın başında bir köşeye konuşlandı. Bu noktanın jeopolitik önemi sayesinde - şenlik alanında gezmek isteyen herkesin geçmek zorunda olduğu bir köşeydi - her müzisyenin cümbüşüne nail olduk. Roman havası çaldı mı yerinde duramayan bu grubumuzun Edirneli mensupları zurnayı kulağına üfletip, bahşişini de eksik bırakmadı. Adettendir Hıdırellez dileklerin de günüdür. Arzular çaputlara söylenir, ağaç dallarına bağlanır, gül dibine gömülür. Fakat bizim tek dileğimiz eğlenmekmiş ki dilekler dilemeyi unuttuk... Hava kararmaya başladığında yavaş yavaş bünyedeki Şirince şarabı ve arpa suyu sayesinde yorgunluğumuzu çıkınımıza atıp Sultanahmet'in yolunu tuttuk. İçimizdeki çingeneye kavuştuğumuz bu cümbüşlü günü unutmamak üzere aklımızda şenlikten güzel anlar, hafıza kartlarımızda yüzlerce fotoğraf, normal hayatlarımıza döndük; baharı Ahırkapı'da layıkıyla kutlamanın verdiği gurur ve yüzlerde şen gülümseyişlerle...

25 Nisan 2013 Perşembe

La délicatesse, tekrar sevebilmeye dair incelikli renkler...


La Delicatesse | sinemalar.com

Aylar önce Audrey Tautou'nun bir röportajında haberdar olduğum La délicatesse'i - Türkçe'ye her zamanki gibi alakasız çevirilmiş ismi ile Aşkın Renkleri'ni - ancak izlemeye fırsat bulabildim. David Foenkinos tarafından kaleme alınan ve Fransa'da en çok satılan romanlardan biri olan bu hikaye, yine Foenkinos'un kendisi ve kardeşi Stéphane Foenkinos tarafından beyaz perdeye alınmış. Yönetmenlerin ilk filmi olmasına rağmen başarılı bir yapım olmuş. Romantik komedi deyip geçmenin ayıp olduğunu düşündüğüm filmdeki karakterlere can veren Audrey Tautou ve François Damiens normal bir hikayenin normların dışında iki kahramanı gibiler. Hem çok gerçekçi, hem de aykırı bir incelikle yazılmış senaryo bu güzel yapımın kalbi olmuş.

Başarılı bir iş hayatı ve mutlu bir evliliği olan Nathalie eşini bir kazada kaybetmesinin ardından kendini işine gömer ve bireysel kültürün çarpan yalnızlığında, yasını ayakta tutmaya çalışır - ta ki üç yıl sonra sıradan bir iş gününde odasına gelen İsveç'li çalışanı Markus'u aklının karmaşasından çıkamayıp, birden öpene kadar. Güzel ve başarılı bir kadın figürünün hiç de etkileyici olmayan, sıradan ve isminin bile herkes tarafından bilinmediği bir çalışanına ilgi gösterdiği hikayede, filmin adında da yer alan "incelik" Markus'un Nathalie'ye olan tavırlarında yatıyor. Markus, İsveç'lten Fransa'ya gelmiş, soğuk bir ülkenin Fransa'daki sıcak uzantısı, sıradan bir adam. Hoşlandığı kadına "Saçların çok güzel, saçlarında tatile çıkabilirim" dediğinde incelik neymiş onu görüyor seyirci. Onca izlenmiş film ve okunmuş kitaba rağmen, bu ve bunun gibi "incelikle" dokunmuş bir çok metinle karşılaşmış olmak, filmin en güzel yanı. Nathalie'nin yas tutan bir kadından, tekrar sevebilen bir kadına dönüşümünü izlediğimiz süreçse, Audrey Tautou'nın oyunculuğu ile tekrar sevmemeye ant içmiş kadınlara pusula olacak kıvamda.


La Délicatesse'in bir çok eleştirisinde filmin isminin "Amelie" gibi bir filmde 21.yüzyılın incelikler dünyasının zarif prensesi olarak tanıdığımız Audrey Tautou'nun kendi zarafetine yorumlanmasını yanlış demeyelim de, eksik buluyorum. Çünkü aynı zamanda Fransa'nın en ünlü komedyenlerinden biri olan François Damiens'ın canlandırdığı karakter Markus, filmde altı çizilen inceliğin ta kendisi. Günlük yaşamdaki inceliklerin eziklik olarak yorumlandığı bir yüzyılda, özellikle kafasını kötü adamlardan iyi adamlara çevirmekte zorlanan kadının nüfusunun gittikçe arttığı bir dönemde, Markus ve Nathalie'nin hikayesi izlemeye ve oturup etraflıca bir değerlendirmeye değer... Filmin en güçlü göndermelerinden bir diğeri de, güzel kadının çirkin erkekle olmasını kaldıramayan topluma yapılmış. Birliktelikleri ön yargılardan boğulmuş topluma göre garip ve anlaşılmaz! İncelik'ten anlamayan günümüz insanlarına ithaf edilesi bir film olmuş, bir kadeh şarap, iki tutam da peynirle birlikte tavsiye ediyoruz.