3 Kasım 2011 Perşembe

Le noms de gens - savaşmayıp sevişen 60'ların sesi tam da kısılmamış mı acaba?



Chang Martin Benmahmoud! üç kelimenin çok şey anlattığı anlardan biri. "Bir çinli, bir fransız ve bir arap Avrupa'da karşılaşırlar." diyerek başlayan bir fıkra anlatmak değil derdim. Uzun süredir bu tatta bir film izlemediğimden kaleme almak istediğim, içinde zeka, siyaset, arzu ve bol gülümseme barındıran Le noms de gens ya da türkçe adıyla Aşkın Halleri, fransız filmlerinin yavaşlığından şikayet eden ama izlemeden de duramayanlar için eğlenceli bir seçim.


Michel Leclerc'in peyaz perdeye aldığı bu yapıt günümüz Avrupa'sında (Fransa diyelim) bir arada yaşayan toplumların sivri ve renkli karakterlerinden biri olan Bahia Benmahmoud (Sara Forestier) ve sakin, korumacı, güvenlik ihtiyacı yüksek yahudi kökenli ve avrupalı Arthur Martin'in (Jacques Gamblin) hikayesi. Aslında sadece Bahia ve Arthur'un hikayesi de değil, bütün avrupanın genel bir portresi gibi olmuş Le noms de gens. 2000'li yıllarda 60'lı yılların sloganıyla yaşayan Arap-Fransız melezi Bahia'nın "savaşma seviş" felsefesi filmin pek tabii en renkli unsuru. Sağcılardan nefret eden ve faşo kelimesini kullanmadan 3 dakika geçiremeyen bu deli kız, karşıt görüşteki radikal ya da merkez sağcı adamlara tartışarak değil ama cazibesiyle taraf değiştirtir. Ta ki çevreye duyarlı, evinde Bahia'nınkine göre çok daha tutucu bir hava esen, annesi ailesi çok küçükken Auschwitz'e gönderilen bir savaş kurbanı olan, orta yaşlı- ama yakışıklı sayılabilecek, sol görüşlü bir bilim adamı olan Arhtur Martin'le tanışana kadar!


Eğlenceli bir senaryoya eğlenceli karakterlerle renk katan yönetme Michel Leclerc'in bu yapıtında en önemli unsuruysa son dönemlerde çoğu Avrupa ülkesinde hafiften tırmanışa geçen göçmen karşıtı duruma güzel ve gülümseten bir çomak sokmakmış belli ki. Gerçek ve kurgusal olduğunu düşündüğüm dialoglar ve günlük yaşam kesitleriyle gelişen hikaye, hem kimliklerin insan ilişkileri üzerindeki etkisine hem de ırkçılıktan çocuk istismarına, Sarkozy ya da öncesinde Chirac'a yanlışlıkla oy vermekten, sınıfsal durumlara varan geniş bir yelpazedeki güncel olaylara, tutkulu ama özgür bir ilişkinin penceresinden bakan seyredilmeye değer bir hikaye olmuş.


Dünyanın ancak ve ancak hepimiz melez olduğumuzda barışa kavuşacağını düşündüren, milliyetçilik duygularını törpüleyen ve empatiye şevkeden, bunu kimseyi ağlatmadan üzmeden aksine güldürerek yapmayı başarmış Michel Leclerc'e ve senaryoyu yazmakta ona yardımcı olan Baya Kasmi'ye sevgilerimi sunuyorum.

hil'alem.

14 Ekim 2011 Cuma

Biutiful - Innaritu'nun gerçeklere parmak sokuşu

Hikayenin "gerçek" kokması gerek bazen...


Bazen de o kadar gerçektir ki hikaye, kaçamaz insan.

Innaritu öylesi bir olta atmış seyirciye Biutiful'da. İçinden çıkmak için serin sonbahar akşamına karşı camdan sarkması gerekir insanın. 2010 yılında beyaz perdeye - Kolpaçino'lara Şahan'lara nazaran daha sessiz bir giriş yapan Innaritu filmi çok yerde oynamamıştı, hatırlıyorum. Koca Beyoğlu'nda bir tek emektar Yeşilçam sinemasında oynamıştı. Barselona'nın turist olarak gittiğinizde görme şansınızın olmadığı bir yüzünü konu alan film, Javier Bardem'in kaçak işçi mayfasında ayakta kalmaya çalışan ve çocuklarıyla hayat mücadelesi veren bir babayı canlandırdığı Biutiful, adı gibi çarpık ve güzel.


Filmin diğer cazibesi ise, Innaritu'nun alışık olduğumuz zaman kırılmaları yahut farklı hikayeleri fırtınalarla birleşmeleri yok. Paramparça Aşklar ve Köpekler, Babil ve 21 Gram gibi başyapıtların yanına Biutiful nadide bir gerçeklik madalyonu gibi geçmiş oturmuş köşesine.

Barselona'lı efsane mimar Gaudi'nin bitmemiş olduğu halde dünyaca ünlü hale gelmiş eseri La Sagrada Familia bazilikasını, büyük metropolün kenar mahallelerinden gördüğünüz anda, hikayeye inanmaktan başka çareniz kalmıyor. Çünkü en güzel mimari eserlerin dibinde şarapçılar yatar - ve bu dünyamıznın gerçeğidir. Bir yönetmen olarak Innaritu ise bu şaşmaz gerçeği gelir gözünüze sokar.


Oyunculuğa dokunacak olursak, Javier Badem'e mi yoksa Innaritu'ya mı teşekkür etsem bilemedim. Yönetmen olsam, ilk isteyeceğim oyunculardan biri olan Javier Bardem, bu filmin göbek taşı gibi. Zaten Cannes'da onu bu filmdeki üstün oyunculuğundan dolayı en iyi erkek oyuncu ödülüyle taçlandırdı. Olan biteni adamın gözlerinden alıyor seyirci. Dialoga gerek duymayan, öylesi bir oyunculuk... Hem kaçak işçi mafyasında vicdanlı bir adam, hem ayyaş ve seks bağımlısı ex-karısına rağmen çocuklarını büyütmeye çalışan bir baba, hem de ölüleri duyan bir psişik! Gerçek olabilir mi? Oynanmış, olmuş. Böylesi bir oyunculukla şüpheye bile düşmüyor insan.


Innaritu'yla henüz tanışmamış olanlar varsa şayet, boğazınıza düğümlenecek bir kaç kuru gerçeğe hazır olun. Ama böyle bir yönetmenle aynı çağı paylaşıyor olmanın da mutluluğuna varın. Rutkay Aziz'in Altın Portakal Film Festivali'nde almaya hak kazanmış olduğu Sosyal Sorumluluk Ödülü'nün konuşmasında da dediği gibi, sanatçının işi bu gerçekleri su yüzüne çıkarmak, dünyanın farkında olmaktır. Ve sinema bir barış sanatıdır. Biutiful ise, bir Senegal'li, bir İspanyol ve bir Çin'linin yollarının kesiştiği noktada, çirkinin içindeki güzeli gösteren nadide bir sanat eseridir. Emeğine sağlık Innaritu. (ve ismindeki aksanlı harfleri klavyede bulamadığım için beni affet...)


hil'alem...

19 Ağustos 2011 Cuma

Sziget Müzik Festivali ve vosvostan vakitler şenliklice...

Olayın adı: Sziget Müzik Festivali 2011
Lokasyon: Budapest - Hungary

Katılımcı 1: Me Myself and I - Häfele
Katılımcı 2: Merih İnal Dereli - İşbankası
Katılımcı 3: Engin Güzel - Abdi İbrahim'di Borusan oldu :)
Katılımcı 4: Ali Ortaç / Müco - Unilever
Katılımcı 5: Barış Ekinci - Turkish Bank

(soldan sağa)


Nasıl başladı bu yolculuk tam hatırlamamakla beraber en önemli etken içimizdeki "kaçma" dürtüsüydü. Neşemize rağmen yaşamaya devam eden nihilist taraf sağ olsun, dünya görüyoruz...Yalnız kalmayı sevmekle beraber yıllardır görmek istediğim balkanlara yalnız değil de şenlikli gitmek lazım diye düşünüp liseden can ciğer dostlara sordum; "Bi Dubrovnik falan mı yapsak? seneye de AB oluyormuş, vize falan uğraşmadan?" Balkan çiganı Engin sağolsun "böyle böyle bir festival var Hilal, adı da Sziget!" Sonra baktık okuduk biraz, line up çigan dolu, line up şenlik dolu. Güzelim şehir Budapeşte'nin ortasında bir adada (sziget ada anlamına gelen bir kelimecik zaten) Sziget diye bir şenlik 2011 yılında reşit oluyormuş, daha bizim anca haberimiz oluyor! Hesaplar yapıldı, gönüllüler ellerini kaldırdı, başladık çalışmaya. Şeker şeker türkçe konuşan konsolosluk görevlileriyle muhabbetler, parası olanlara multiple, olmayanlara single entry'li schengenlerle sonuçlanırken, bazılarımızın uçak bileti ikişer kere iptal oldu! ve hatta line up'ın güçlü sesi sevgili Amy Winehouse hakkın rahmetine kavuştu. Bu kadar aksiliğe rağmen, tırsmadık - devam ettik.
Bazılarımız Belgrad üzerinden, bazılarımızsa Hezarfen misali direk İstanbul'dan Budapeşte'nin Peşt'indeki havaalanına ya da Nyugati Pu tren istasyonuna vardık. Keşif grubu olmak mekana 12 saat öncesinden varmamdan dolayı bana düştü. Ben de havaalanında festival kuşlarının üşüştüğü kiosktan gerekli bilgileri ve beni 10 gün boyunca tüm toplu taşıma araçlarına biletsiz parasız pulsuz bindirecek ve tüm tarihi spa merkezlerine bedava giriş hakkı verecek olan Citypass adlı bilekliğimi alarak Sziget'in kapısına kadar giden otobüsüme bindiiim...

10 Ağustos'ta başlayacak olan festivalin girişindeki görkemli hoşgeldin-welcome-bienvenue vs. bayraklarıyla donatılmış demir yaya köprüsünden geçene kadar sırtımdaki çantaların ağrısı ve yerlerdeki çamur dilemasından dolayı festival havasına girememiştim. Ama önüme çıkan üç beş hollandalı Szigeeeeeet diye bağırarak elleri havada üzerime doğru koşmaya başlamasıyla "tamam" dedim.."artık şenlik başlasın" :D

Tabii kocaman adanın 55 sahnesinden biz Sziget 5'lisi nereye yakın olmak isteriz? WC'ler nerdedir? Nerde yer içeriz? Gölge bi yer bulmak lazım. Yerler de çamur, tüm kızlar dizlerine kadar çamur sıçratmış, yoksa güneş çıkmıycak mı acep; gibi sorularla kendimi girişteki alkol kontrolünden geçmiş, sağda çantadaki şaraplarını bitirmeye çalışan festivalcilere el sallayarak adada yürürken buldum. Ana caddenin adı Bob Marley Avenue. Bu caddeye paralel sokakların isimleri Jim Morrison, Jimmy Hendricks, Kurt Cobain, Janis Joplin vs. gidiyor... Yani en sakin haliyle bile Sziget sırf sokak isimleriyle ayaklı konçerto mübarek.

Bu arada böyle iştahla anlatıyorum ama biraz da maliyetlerden bahsedecek olursak, baktinde alınmış uçak bileti 150 €, Sziget Camping bileti 200 €, vizeyi kendiniz alırsanız 60 € cuk da o. Festival'de de güzel güzel yiyip içtiğimiz halde anca 200 € harcayabildik. Aslında bakarsanız Alaçatıda bir tatil = Sziget'e beş kere gitmek gibi birşey...Pasaportu unuttum, hiç yurtdışına çıkmamış olanlara Sziget biraz sert gelebilir :D Ama inat eder de siftah Sziget olsun diyen olursa pasaportlar da çiplisinden güzel bir 200 TL'ye geliyor sanırım, süresiyle birlikte :)

Festivale dönecek olursak, Bob Marley'den Janis Jopley sokağına dönüş yaptım ve kocaman ağaçların altında sarışın üç beş kız görünce, bizim arkadaşların gözü ve gönlünü düşünerek - evet bu kadar düşünceliydim onlar için :) - oraya doğru yöneldim. Festivaldeki 400.000 kişinin 250.000'i gibi bu komşularımız da Hollandalıydı. Belçika'da geçirdiğim vakit sağolsun, festivalin en ortak dilini rahatça anlamakla beraber Macaristan'da macarcadan çok hollandaca duymuş olmanın sıkıntısını Türk'ünden tutun da İrlandalısına kadar herkes yaşadı :) Bu arada ekşi sözlük yazarı olaydım da bugün "İrlandalılar ne şeker insanlarmış arkadaş! ben bugün bunu gördüm!" diye entry gireydim! :) Çadırı kolayca ve yardım almadan kurabilmenin verdiği gururla festival alanında para değil de akbil gibi işleyen Festivalkartya geçerli olduğundan info kiosklarından birine doğru yürüdüm, kartımı aldım, içine HUF yani macar forintleriyle doldurdum ve kendime güzelinden bi kahve ısmarladım. (350 forint yani 1.5 € bile değil.)

Belgrad'dan ağrı gelecek olan Engin ve Merih sabah 5 buçukta ordayız telefonunu duy dedikleri için bu yüklemeye ihtiyacım vardı. Bu arada güvenlik meselesine gelecek olursak, Sziget insanının gözü de karnı da tok, ama yine de hırsızlıklara mahal vermemek için bedava kullanabileceğiniz lockerlar var. Bir de geçen seneye göre accık fiyatların artmış olduğundan olsa gerek, yakınlarda konuşlanmış Auchan adlı süpermarkette çadır, uyku tulumundan tutun da LCd televizyona kadar ürün yelpazesi vardı. Bu detayları geçiyorum; bir şekilde hayatta kalabileceğinizden emin olun, Budapeşte'de çok zor ölür insan. Hele Sziget'te ölürse de mutlu ölür diyeyim :)

Hollanda ve İrlanda'lı komşularla line up, Türkiye, neden başörtüsü takmadığım vs. gibi girizgah konuşmalarını milyonuncu kez yaptıktan sonra biraz adayı turlayıp, süper marketten aldığım turuncu plaj sandalyeme oturup, yakındaki Meduza parti çadırından ve Pringles mix party areanadan gelen bas, trans sesleriyle ağaçları seyre daldım. Bi ara iki ingiliz kız üç beş hollandalı çadırım önünde muhabbet vs. Day -1'ı festivalin birası olan Dreher ile kutluyorlardı. 18 yaşında hollandalı bir velet 26 yaşında ingiliz bir kızın sarhoşluğundan istifade ederek hem telefonunu hem de iyi geceler öpücüğünü aldığında ben artık yorgunluktan geberiyoddum; Bi de baktım gece olmuş! Hadi goede nacht deyip, tir tir titreyerek, uyku tulumu almadığıma pişman olarak kat kat giyinip, gece 10 dereceye kadar düşen macar atmosferine küfürler yağdırarak güzel? bir uyku çektim :D

Sabah Engin ve Merih'i bir anne sevgisiyle iki sütlü kahve elimde yollarda karşıladım :) Merih'teki darbukayı görünce içim bi kıpır kıpır oldu ama "dur kızım daha saat altı buçuk!" diyerek gem vurdum hislerime :D çadırlar kuruldu, ada keşifleri yapıldı ve Day 0 deli bir Prince performansına doğru hazırlandı yavaş yavaş...Domuz eti yemeyen bizler karnımızı yugoslav hamburgeri, chicken nugget anlamına gelen pipi boxlar ve italyan pizzalarıyla doyurduk. Festivale yakışır uluslararası bir mutfak yelpazesi görmek de hoş oldu.

Festival burda anlat anlat bitecek gibi değil, ama unutulmazlarından seçmelerle devam ediyorum; Ana sahne, Dünya Müzikleri sahnesi ve Alternatif sahne arasında gidip gelen ben tabii ki zamanımı hitlere değil kendi zevkime göre ayarladım. Millet Chemical Brothers'dayken ben Gotan Project'te, millet Prodigy'de - ki allah onları bildiği gibi etsin - tepişirken ben Oi Va Voi konserindeydim.
Gotan Project konserine giderken bir alman, bir fransız, iki portekizli ve bir brezilyalının harika bir sinerji yarattığı bir grupla tanıştım, onlarla beraber Gotan'da tango yapıp sonra Amsterdam Klezmer Band'ın sahne aldığı Roma Sahnesine gidip deli çingeneler gibi tepiştik! Szigette geceler uzun, uyku süresi ortalama 3-4 saat. Kahkahası ise adamı gençleştiriyor.
Gogol Bordello öncesi palinkaları içip ortama kolay bir geçiş yapmış olan ben ter kokusundan bayılmamak için kendimi arka sıralara atıp biraz festivali ve delilerini seyrettim. Onlardan biriydim ama ara sıra büyük pencereden bakmak gerekti :) İstanbul'da Babylon sahnesinde biletleri 100tlden başlayan bu adamların deliliği Sziget'e çok yakışmış; her sene gelsinler. Goran Bregovic ise, kendisine hasta olmakla beraber, bu sefer yanında Alen Ademovic değil de diğer solist çocukla çıktığı için üzüldüm. Ama Goran; herzaman ki Goran. Dünya sahnesinde önce 257. sırada iken, dayanamayıp, enerjimi toplayıp, en ön sıraya kadar gidip, şarkıların hepsini bildiğimdem yanımdaki rus çiftin "sen nerelisin? e türksen şarkıları nasıl biliyosun?" sorularına maruz kaldım :)
Bir de yine alternatif ve dünya sahnelerinde iki isim vardı ki, günün şarkısı blogunu takip edenler bileceklerdir; Hindi Zahra - çöllerin Billie Holiday'i, ve Debout Sur le Zinc! güneş yüzlü keman çalan vokalleriyle bizi bizden alan müzikleri. Allahım sana geliyorum dedim bir ara. Bizimkilerin Macar kız sevdasından accık da olsa darlanmış, ruhumun derinliğine müziği tepiştirdikçe tepiştiriyordum. Tabii bunların hepsi prime time'da oluyor. Saat 12 dedi mi bünyeye gerekli içecekleri alıp (bira 530 huf; şarap 230 huf; kokteyller 1500 huf gibi fiyatlara sahip yani max. 5 euro o da pahalı kokteyller )ya Pringles Mix tent, ya Burn Party arena ya bizi uyutmayan Meduza çadırına gidip (çadır dediğime bakmayın - bi ikibin kişiyi alacak mekanlar bunlar) Hollanda Styla trans müzikseverlere dönüşüyorduk.
Canı çingene müziği çekenin Roma çadırına gittiği, Reggea olmak isteyenin Reggea sahnesine koştuğu, heavy metal sevenin - ki sevmediğim halde iyi parçaları olan Within Temptation'ı da seyrettiğim - metal ana sahnesine yuvarlandığı, müzik istemeyenin ağaçlar, güneş ve Budapeşte havasıyla bir mayhoşlaştığı cennetten bozma bir mekandı Sziget. Toz topraktan ve çadırlarımızda dolaşan börtü böcekten pislendikçe duşlara ya da şehrin yüzlerce yıllık spa merkezlerine gittiğimiz bu on gün çoğunlukla Sziget'te geçti fakat yeri geldi atladık yeşil trenimize şehre indik. Gulaşımızı yedik, "Türkler'in hüküm sürdüğü karanlık dönemlerde yıkılan bu bina..." vs ile başlayan monument açıklamalarını utanarak okuduk, Macarca'yla Türkçe'de tam olarak aynı olan "Alma var cabimda" (elma var cebimde) cümlesini bir çok macardan duyduk. Sevdik bir Budapeşte'yi sevdik! :) Sıkılan ve yeter artık diyen olmadı. 15'inde biten festivalden sonra 17sine kadar kaldığım Unity hostel ise bu şenliğin koşturmacasının üzerine 5 yıldızlı otel gibi geldi. Çarşaf ve yastıklara teknolojinin son icadına bakan aborjiin gibi bakarken buldum kendimi bi ara!
Sonra şehre indik...Şehirde iki günü daha olan ben ve terk-i diyar edecek diğer Sziget katılımcıları Vörösmarty Ter adlı meydanda ülkenin önemli şairlerinden Vörösmart heykeline bakarak, Let it Be çalarken bizim zırtopozları ağlama seviyesine getirebilecek bir sokak müzisyencisine kulak kesilerek çimenlerin tadını çıkardık. Sziget'i ve gelecek Sziget'leri düşündük.
Ali'yi İstanbul'a, Engin ve Merih'i dönüş uçaklarının olduğu Belgrad'a, Barış'ı da Prag'a uğurladıktan sonra, Szigetten ve gecenin çadırdan sızan soğuklarından hatıra gribim ve ben, Budapeşte sokaklarını gezdik sakin sakin. Kalesine çıkıp, köprülerin ihtişamına bayılıp, gelip geçen tekneleri İstanbul'dakilere nazaran çirkin bularak, kah tren, kah otobüs, kah metro Citypass'ımla girilecek en güzel Spa merkezlerinde 40 derecelik açık havuzlarda keyifler yaparak, iş başı gününün yaklaşmasının gerginliğini atmaya çalıştım :)

Büyük Market Hall'da kaz ciğerlerinden tadıp, minik bi kutucuk alıp, esnafla muhabbetti de atlamadan, küçük küçük hatıracıklar aldım. Budapeşte bu, unutmamak - unutturmamak lazım :) Sonra vurdum kendimi şehrin en yüksek noktasına, Kale'ye ve şehrin en büyük galerisine. Orda da yanıma kutlama için aldığım Heineken şişesini açmaya çalışırken yaklaşan ve açacağım var isterseniz diyen hanımefendi teyzeyle ilginç bir dialogum oldu :) Ben nerelesiniz diye sordum; Macarım dedi. O nerelisin dedi; Türk'üm dedim. İstanbul dedim :) Çok kibar kesinlikle ırkçı olmayan bir sesle "İçerde bir sergi var, türklerin burda hüküm sürdüğü karanlık dönemleri anlatan bir resim sergisi, bence görmelisin" dedi...ben yutkundum. Kendimi Irak'taki Amerikan turist gibi hissetmekle beraber, "evet okudum birşeyler, tabii bakarım, teşekkürler - açacak için de!" dedim...ve sessizce yumuldum Hollanda'nın kutsal suyuna...

Operası, Listz'in memleketi olması, her yerinden müzik tiyatro vs. fışkırması, beni benden alması...Basilicası, Szechenyi Spa'sı, Gellert's Spa'sı, Mustafa Paşa'nın favorisi olan Lucas's spası derken camışlar gibi hamam-havuz-bahçe triosunu yapmakta ve sonra yiyip içmekte olduğumuzu farkettim bir an. Tabi bizim beyler daha çok Axe Action ürün lansmanı standında erkeklere duş aldıran kızlarla muhabbette idiler. Kapitalizm orda da bir şekilde kanca atmasını biliyordu hayatlarımıza :D Neyse, herkes memnun, kavgasız dövüşsüz :) ülkelerimize sağ salim döndük, ve Budapeşte'yi düşündük.

Hatta mesai saatleri içinde hayaller kurdum; Seneye line up'ta bir Brazzaville olsa, bir Cirrus olsa, bir Paolo Nutini olsaaa...


Biz seneye yine oradayız.. Bunca zaman niye gitmemişiz onu düşünüyoruz...

hil'alem

18 Ağustos 2011 Perşembe

farkındalık monologu

-Siz? Siz o değil misiniz? Evet evet! Sizi tanıyorum. Aydınlık bir sayfanın tam ortasındaki manşetten hatırlıyorum sizi! Siz "FARKINDALIK" değil misiniz?

-Ben hayranınızım sizin. İstanbul'da kocaman yeşil demir bir kapısı olan koca bir ülkede tanışmıştık sizinle! "NEDEN?" demiştiniz evet. "NEDEN? demelisin" demiştiniz.

-Darüşşafaka'da tanışmıştık sizinle. "DÜŞÜN!" demiştiniz. "DÜŞÜNMEDEN KONUŞMA!" demiştiniz.

-Daçka'nın her köşesinden duyulurdu sesiniz, çok iyi hatırlıyorum; "GÖR!" demiştiniz, "OKU!" demiştiniz. İlahi bir gençliğe hitabet gibiydi sesiniz, hatırlıyorum.

-Kitap gibi kokardınız. Bir de sahne tozu gibiydiniz. Ya da keman yayı reçinesi. Siz "FARKINDALIK" değil misiniz?

-Tanışmıştık evet. Yeşil kapılı ülkede karşılaşmıştık. Müzik Odalarının koridorlarında da vardınız, Fizik laboratuvarlarının sülfür kokusunda da...Siz orda öğrendiğim "FARKINDALIK" değil misiniz?

-Sinema salonunda projektörün arkasından göz kırpmamış mıydınız? Fotoğraf makinasının vizöründen "PERDE" dememiş miydiniz?

-"TOPLUM" demiştiniz, "HOŞGÖRÜ" demiştiniz, "EMPATİ" demiştiniz.

-"KÜLTÜR" demiştiniz, "SANAT" demiştiniz, "FARKINA VAR" demiştiniz.

-"DÜNYA GÖR" demiştiniz, "GEZ SEYYAHLAR GİBİ" demiştiniz.

-Amfi tiyatronun basamaklarında yankılanan sesin içinde ve AKM yoluna düşmüş bir okul otobüsünün muavin koltuğunda oturmuyor muydunuz?

-Sizi o koca kütüphanenin eski kitaplarının arasında da görmüştüm! Sait Faik'in mavi mavi kitaplarının rafından gülümsemiştiniz bir kere hatta hatırladınız mı? "SARIL KİTABA" demiştiniz...

Biz "hatırlıyoruz"
Biz "farkındayız"...
Biz bize verdiğin her harfi cümle yapıyoruz. Roman oluyoruz...

Biz toplumun farkında olan bireyleriyiz.

Biz "Darüşşafaka'lıyız"

9 Temmuz 2011 Cumartesi

çınar ağacı


çınar ağacı

ayakları yere basan
ama aklı hep havada...

çıkını gerçek,
zihni düş dolu...

hil'alem

5 Temmuz 2011 Salı

öykü kırıntıları

5

kaldırımdan değil de kaldırımın hemen bitişiğinden yürümeyi severdi Marienne. Her gün gidip geldiği yeşillikli yolda küçük bir kilisenin yanı başında bir cafede bulduğu işine giderken bisikletlerin rüzgarını kolunda ve yüzünde hissetmek ve karın altına gizlenmiş yeşillikleri izlemekti tek derdi. Diğer dertleri ancak ve ancak bu ayinimsi tekrar son bulduktan sonra düşünmeye başlardı. Köşeyi dönerken gazeteci çocuğun yerde gezinen bir kuşu ezmemek için direksiyonunu kırarken bisikletten düştüğünü gördü. Hemen yanına koştu. On beş on altı yaşlarında ten rengi ve güzel gözlerinden fas asıllı olduğu belli olan çocuğun dağılan gazetelerini toplamasına yardım etti. Çocuksa ağladı sessiz sessiz. Canı yanar gibi değildi ama çok içli bir ağlaması vardı.

- İyi misin? Bir şeye ihtiyacın var mı?
- Var...
- Yardımcı olmak isterim, susma söyle...
- Geçen hafta vurulan o çocuk var ya hani.
- Evet... Şehrin ırkçı manyaklarının vurduğu; çok üzüldüm...
- Abimdi o benim. Beraber yaşıyorduk...
- ...
- ...
- Adın ne senin?
- Mouhsine.
- Mouhsine gel sıcak bir kahve içelim. Şu köşede benim en sevdiğim kafe var; Zeezicht. Şu geçen bisikletlerin rüzgarını hissedebileceğimiz de bir masaya oturalım olur mu?
- Olur...


hil'alem
-

28 Haziran 2011 Salı

öykü kırıntıları

4

Hayır, o olamaz! desem de; Ayak sesleri yükseliyordu. Yokuş gün ortasında içimdeki ritmi bangır bangır duyabileceğim bir sessizliğe bürünmüştü. Kahvenin telvesinden garip ve muhtemel geleceği düşleyen ve merak eden ben, koca bir geçmişle karşılaşmıştım. Üç yıldır sesini duymaktan çekindiğim, görmek istemediğim, köşe bucak kaçtığım ve zaman zaman karşılaşmamak için "Hey gidi İstanbul, yardım et bana kalabalığınla" diyerek uğruna taştan şu şehre bile şükrettiğim o ademoğlu...Hiç değişmemişti. Arnavut kaldırımı taşlarla kaplı tarihi sokağa sırtımı dönmüş, onu görmemeye çalışıyordum. Ne oldu da sustu bu insanlar? Neden kimse bağırmıyordu? Bu sarsıntı neden? Kahve mi çarpıntı yaptı acep? Sırtımı delip geçen bakışlarından olsa gerek...Ne kadar olmuştu? Şaşıracak kadar çok, affetmeyecek kadar az bir vakit olsa gerek ki adrenaline laf geçiremiyordum. Kahve yerine sert bir şeyler mi söyleseydim? Basın mensupları gideli ne kadar olmuştu?

Yokuştan aşağı tozlanmış bir umut yuvarlandı...yuvarlandı...yuvarlandı...yitti.

Sokağın sesi tekrar yükselir gibi oldu. Falımda yeni yollar, yeni kararlar, balık, kaplumbağa, kalp vs. İçimdeki ritim kendine gelir gibi oldu derken tozlanmış bir yalan yokuşu tekrar tırmandı...tırmandı...tırmandı...bitti.

Hep bu arnavut kaldırımı taşlar yüzünden. Kaderimizin topuğu taşların arasına mı sıkıştı nedir? Yoksa çok takunyadan hayaller miydi bizim kurduklarımız? Ne olduysa oldu, ama ayağımız kaymıştı bir kere.


hil'alem

27 Haziran 2011 Pazartesi

"Nefretsiz Sokak" ve barışın kol gezdiği mahalleler


Farklılıkların renk katması gereken dünyamızda yeri gelir sığ bir benzerlik arayışına düşer toplumlar. Kendi renginden, dilinden, dininden, şehrinden, mahallesinden ve hatta ailesinden olmayanı dışlayan manipule eden, rahatsız eden, yok yere düşman eden, neo-saçma bir anlayışa kapılırlar. Toplumdur hata etmiştir, fakat bazı hatalar büyümesini, dallanıp budaklanmasını engelleyemeyeceğimiz nefret ağaçlarına dönüşebilirler ve tehlike bu noktada kalıcı hale gelebilir. Bu noktada hükümet ve yerel yönetimler – ülkemizdeki ve birçok Avrupa ülkesindeki gibi- ırkçılıktan ve farklılıklardan prim yapacaklarına, oy toplayacaklarına nefrete karşı kampanyalar yürütmelidirler. Devlet ve sivil toplum kuruluşları barışın suyu olmalıdır. Yerel yönetimler farklılıkları değerlendirmeli, avantaja dönüştürmelidirler; Tıpkı Belçika’da “Nefretsiz Sokak” kampanyasında olduğu gibi.

Lise yıllarından sonra bir sene süreyle kültürel bir değişim programıyla Belçikalı bir ailenin yanında, Antwerpen şehrinde yaşadığım süreçte şahit olduğum bu kampanya yüzbinlerce insan tarafından desteklendi. Nefretsiz Sokak kampanyası 2003 yılında artan ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntıların ana kaynağının Avrupa’ya yapılan göçler olarak görülmesi, Fas asıllı bir gencin sadece Fas kökenli olduğu, “farklı” olduğu için, öldürülmesiyle patlak veren ırkçı bir hareketin karşısında durmak ve anlayışla vahşete boyun eğdirmeyi amaçlıyordu. Bu manasız vahşete dur demek, cinayetleri sevgiyle kınamak ve beraber yaşamayı öğrenmek için yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla yürütülen kampanyada sokak tabelası tasarımında bastırılmış milyonlarca “Nefretsiz Sokak” afişi bölge halkının camlarını süsledi. Özellikle Antwerpen gibi ırkçı hareketlerin korkutucu şekilde arttığı şehirlerde kampanya inanılmaz bir başarıya ulaştı. Fas, Tunus gibi kuzey Afrika ülkelerinden ve Polonya, Türkiye gibi Avrupa Birliği adaylığı sürecinde ya da yeni yetme üyeliğinde can çekişen ülkelerden gerçekleşen göçler sonucu çok farklı kültürlerin bir arada yaşamakta olduğu on milyon nüfusa sahip Belçika’da, kişiler “Nefretsiz Sokak” kampanyasıyla nefreti değil, barışı körüklemeyi seçtiler. Yaşanan vahşet dolu ırkçı hareketlerin karşısında olan her birey, her aile, her kurum, her fırın, her kafe, her bar “Nefretsiz Sokak” afişleriyle barış yanlısı olduğunu gösterdi. Bir arada yaşanabileceğini, sorunların nefretle hiçbir yere gelemeyeceğini kanıtladı.



Bu yüzden, halkların farklılıklarından kendilerine çıkar sağlayan yönetimlere ve kurumlara seslenmek istiyorum; benzer kampanyaların ülkemizde de yürütülmesi için bir şeyler yapın! Halkların kardeşliği için, nefreti değil barışı körükleyin!

hil'alem

Fotoğraflar:
Emre Celikcan
Tim Broddin
Rene Rotterdam
Lisa Daveltere

öykü kırıntıları

3

...merdivenlerin gıcırdaması salondan gelen piyano sesine karışıp aklımın köşesinde şizofren bir aria besteliyordu. Daha fazla katlanamadım benden daha fazla sevdiği piyanosuyla aşk yaşar gibi vakit geçirmesine. Benim için çaldığı ve gözlerimin içine bakıp daha da kaptırarak çalmaya devam ettiği günleri düşünmeyi de bırakmalıydım artık. Hesse'nin kitaplarından fırlamış sakat bir müzisyen ve güzel sevgilisi Gertrud gibiydik.. Yapamıyorduk artık. Geçen ayın Atlas dergisini taşınma telaşından bir türlü okuyamamıştım. Belki biraz okursam savarım bu düşünceleri aklımdan. Haftasonu şu bahsettiğim pansiyona gidelim desem gelir mi acaba? Piyanosuz?


hil'alem

25 Haziran 2011 Cumartesi

öykü kırıntıları

2

...yolculuğunun ilk gününü düşündü. ceviz ağacının yapraklarının arasından odasının camına vuran ışık huzmelerine giderayak hüzünle bakışı geldi aklına. Gecenin sessizliğinde tütünün yanarken çıkarttığı çıtırtı sesini bile duyabilecek sessizlikte sigarasından bir nefes daha aldı. Verandadan koyun karşı yakasında balıkçıdan dağılmaya başlayan gezgin müzisyenleri gördü. Onlar bile bitiriyorsa geceyi saat hayli geç olmalıydı. Yerinden kalkıp gramofona doğru ilerledi ve eski bir Billie Holiday plağı taktı. Yatsam iyi olacak diye düşünüp sigarasını yarısına gelmeden söndürdü.


hil'alem

öykü kırıntıları

1

rüzgarın sesine dalıp içi geçen Chardonnay, rüzgarla hareket eden perdenin sesiyle sıçrayarak uyandığında, en yakın kasabanın maymun patikasından 4km doğuda olduğunu hatırladı. Şömineye bir kaç odun atıp verandaya bakan camın yanındaki bambudan sandalyesine oturdu, tiftikten battaniyesini dizlerine çekti ve karanlığa doğru bir sigara yaktı...


hil'alem

31 Mayıs 2011 Salı

"sen uyu ben yazayım prenses" diyebilen güleç kahramanların masalı

ve Çağan Irmak'ın kaleminden "dünyanın tüm masallarının aksine, uyanınca okunacak bir masal" bu hikaye...-birinin uyuyup, diğerinin düş gördüğü...


Prensesin Uykusu Fragman imedebe

bir o kadar gerçek ve bir o kadar masal bu şehir aslında... her hikayesinde ayrı kahraman, her kahramanda ayrı çehre, her çehrede ayrı ifade ve her ifade ayrı hikaye...

Annesi ile yeni bir muhite taşınan ve dünyanın tüm fısıltılarına kulak veren Gizem, taşındıkları bina da ilk gün karşılaştıkları isimsiz ama gülümsemesi akıllara kazınan kitapsever komşu genç, komşu gence bir türlü güvenemeyen genç anne Seçil ve tüm diğer kahramanlar...Kütüphaneci komşunun ev arkadaşı Neşet, peri teyze, otobüs durağında ne yaptığı belli olmayan Bahtiyar amca, gövdesinin kabukları çıtır çıtır çınar ağacı, kitaptan fırlayıp tarihi kütüphanede yüzmeye başlayan ahtapot, her gün doğmaktan bıkmayan güneş, daha kimler var kimler!

Taslak hikaye bu filmin tuzu biberi olan kahramanları ve bakış açılarını çıkardığınızda her hangi bir İstanbul dramından farklı olmayabilirdi. Çünkü gerçekler her daim aynı. Prenses'in Uykusunda değişen ne derseniz, üzerine yumurta kırılan ottan, eski bir yönetmenin yeşilçam'a aykırılığını iki gence anlatışına, gerçek bir çınar ağacıyla gerçek olamayacak kadar güzel bir halk otobüsü sahnesinin detaylarına kadar her şey o kadar farklı ve "farklı" ki...

Pozitif bir Donni Darko düşünün ya da sevmeye teşvik eden Otomatik bir Portakal. Derdim Kübrick ya da David Lynch ile kıyaslamak değil fakat Prenses'in uykusunda gülümseten bir şizofreni var. Yalnız bir şehir insanının yüzünün orta yerine taktığı palyaço burunluğundan olsa gerek, bir kahkahaya ve umuda tutunası var.


Çağlar Çorumlu'nun hikaye içinde hikayesi olan has kahramana can kattığı performansı, Genco Erkal'ın dram sahnelerinde bile gözünüzü mutluluktan yaşartacak tiratları, Sevinç Erbulak'ın "içimizden ve bizden biri" demenize bile gerek kalmayan doğallığı Prenses'in Uykusunu taçlandırmış.

Çağan Irmak'ın Redd'in 2006 yılında çıkarttığı Kirli Suyunda Parıltılar adlı albümlerinde yer alan Prenses'in Uykusuyum adlı parçadan esinlenerek çekmeye karar verdiği ve Pamuk Prenses'e, Deli Dumrul'a, Polyanna'ya, Zeki Demirkubuz'a, masala da milenyumun rock müziği ne de güzel gidermiş dedirten Redd grubuna teşekkür ederek imzaladığı güneşli filmi Prenses'in Uykusu, Grimm Kardeşleri kıskandıracak cinsten bir beyaz perde masalı olmuş. Hikayenin en kırılgan anlarında görüntüler gerçek değil de animasyon olmuş...güzel olmuş...Gişe hasılatının büyük bir kısmının Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'na bağışlandığı 2010 yapımı filmde, şehir karamsar İstanbul iken, içindeki yürekler Çağan Irmak'ın kamerasının arkasında yeni kavrulmuş kahve tadında gülümsemiş. Masal kahramanları gerçeklere inat gülümsemiş. Canavarlar kükremiş kükremesine ama sesleri elimizde tuttuğumuz kalem kadar gerçek olan perilerin yüreklerinden öteye geçememiş. Rüzgar bi esmiş; sonra güneş açmış...



Hayatımıza her gün bir kenarından değen kahramanların, perilerin, canavarların, komşuların, ağaçların ve palyaçoların tüm masalları adına yüreğine sağlık Çağan Irmak.

hil'alem

28 Mayıs 2011 Cumartesi

sen, birkaç tutam selülozdan oluşan dostum Kitap


Gelmeyen Godot?
Çöldeki Hayyam?
Kuyudaki Şems?
Varoldukça hafifleyen Kundera'nın kasaba kızı?
Komser Nevzat?
Hesse'nin aksak müzisyenleri?
Acı çeken Werther?
Paranın pisliğine bulaşmış Perkins?
Madam Bovary?
Meraklı Sofi?

daha nicesi...

peki sen, birkaç tutam selülozdan oluşan dostum Kitap...
sen olmasan hangi birini tanıyabilirdim?

hil'alem

26 Mayıs 2011 Perşembe

Hayalhane'de Ani Etki Ters Tepki'ler...(doğaçlama tiyatro)

İstiklali soldan diklemesine kesen, rahmetli Sadri Alışık'ın adını almış sokakta ilerlerken, Yeşilçam sokağı sağınızda bırakın - hiç girmeyin, sağ sırada bulunan aydınlatmalı tabelaların en heybetlisine bakın...İşte orada! HAYALHANE! Dayı ve kuzenlerle davetli olduğumuz oyunu seyretmek için bulmaya çalıştığımız Hayalhane tüm heybeti ve eski taş binalarının arasındaki asil led aydınlatmalarıyla bize bakıyordu.

Sanki şehrin bir köşesine saklanmış, merdiven altı sihir yapan, hayallerin tamamen zincirsiz olduğu bir kulüp ismi gibi. Ama değil. Hayalhane bir tiyatro sahnesi. Diğer tiyatro sahnelerinden ayrışmasının en önemli sebebi ise burada tiyatrodan öte bir iş yapılıyor olması...Seyirciyi de oyuna katan ve öncesinde herhangi bir senaryosu, sahnesi, kurgulanmamış ve yazılmamış olan oyunların - beyin fırtınası ve tiyatro sporu adlarının verildiği seyirciden yönelimler alarak kurgulanan, ayrı grupların skeçlerinin seyirci oylamasıyla elenerek bir sahne sporuna dönüştüğü eğlenceli oyunların oynandığı bir doğaçlama tiyatro sahnesi Hayalhane. Televizyonlardan da bir dönem yakalamış olduğu başarısıyla hatırlayacağınız Mahşer-i Cümbüş adlı programdaki unutulmaz ekibin yetiştirdiği Ani Etki Ters Tepki adlı topluluk bugün sezonun son tozunu yuttu şirin bir çatı katında yer alan Hayalhane'de.

Doğaçlama tiyatronun Türkiye'deki kalesi olan Hayalhane ve yetiştirici ustalar Mahşer-i Cümbüş dışında Hayalhane sahnesinin tozunu yutan diğer gruplar ise, Sürç-ü Lisan, Ehl-i Keyf, Mevzu Bahis ve Hayal Meyal. Şimdi fark ediyorum da Ani Etki Ters Tepki kafiyeyi bozmuş! Henüz her bir grubu seyretmeye fırsat bulamamış olsam da, Hayalhane sahnesinde geçireceğiniz bir akşamdan gülümsemeden ya da kahkaha atmadan ayrılmayacağınıza eminim.


Üniversitede iken Mahşer-i Cümbüş'ü de canlı canlı izleme fırsatı bulmuş, hatta FOX TV'nin taaa bilmemneredeki stüdyolarında, doğaçlama sırasında oyunculara yönelim verebilme şerefine nail olmuştum zamanında. Ama Hayalhane'yi ve doğaçlama gruplarını o kadar duymuş olmama ramen anca sezonun son gününe yetiştiğimi öğrenince de utandım...Ve ne yalan diyeyim bugün seyretmiş olduğumuz performans "boynuz kulağı geçebilir/ kulak her zaman daha önemlidir" paradoksunu yaşatan cinstendi. Tabii bu noktada gönüllü katılımcı seyircilerden biri olarak Ani Etki Ters Tepki'nin bu akşamki performansında sahnelerini paylaşma şerefine nail olmamın da bunda katkısı var. Nedense "18 yaşının üstünde bekar ve bayan" bir seyirci gönüllü istiyoruz dediklerinde, acı gerçeklerin kara mizahı, kursağımda ve yarım kalmış olan tiyatro maceramın da verdiği gazla elimi kaldırdım :) pişman da olmadım. Seyircinin senaryoda yer alması, beyin fırtınalarına ortak olması ve sahnede gelişen hayal ve meyallere ilham olması kadar eğlenceli bir şey olabilir mi? Hangi sahnede var bu rahatlık, bu samimiyet?


Her biri birbirinden sıcak, neşe saçan, etkileyici ve başarılı olan Ani Etki Ters Tepki topluluğunun oyuncuları birbirinden renkli. Hayalhane dediğinde de insan, renksiz bir şey gelmez zaten akla ya! Tiyatroda olduğu kadar çaktırmadan kurumsal hayatta da parlayan Bahadır Çakmak'a, tiyatro üzerine önemli çalışmalar yapan ve gönüllü seyirci performansımdan sonra şahsımı sahneye başarıyla uyarladığı için ayrıca teşekkür etmek istediğim Duygu Çelik'e, bizi bu akşam oyuna davet etmiş olan Pınar Erdoğan'a, askerden yeni dönen ve yüksek desibel kahkahaların atılmasına sebep olan Serkan Hızlı'ya, Achilles Valentin ve Yasemin Hançerli'ye bu neşeli ve hayal dolu akşam için çok teşekkür ediyorum. Anında etkileyip kesinlikle ters olmayan tepkiler verdikleri için...Modern tiyatronun can damarlarından biri oldukları için...Emekleri için...

Ve Perde! diyeceğiniz vakti bekliyorum arkadaşlar.

hil'alem

Ani Etki Ters Tepki Tam Kadro:








Müzik: Fatih Pestil
Işık: Fatih Günay

Oyuncular
Bahadır Çakmak
Duygu Çelik
Achilles Valentin
Pınar Erdoğan
Serkan Hızlı (O şimdi askerden döndü)
Talat Pamuk (O şimdi askerde)
Yasemin Hançerli

3 Mayıs 2011 Salı

ladino şarkılarının barışçıl sesi; Yasmin Levy

bir gemiye binip de topraklarını bırakan seslerdir Ladino...
göçün göçerttiği allığını kaybetmiş avurtlardadır.
yok olmaya yüz tutmuş bir çığlıktır.
bir baba kız düetidir Levy'nin sahnesinde iki evren arası.
flamenco'ya çöl rüzgarının değdiği insanlık halidir.
esmer bir arap kızıdır.
kızgın bir demir teridir.
yakar..
Dildir, bilmeyen yüreği bile sızlatabilen
ve şarkılarda yaşayan.




500 yılı aşkın bir süredir sadece şarkılarda yaşayan Ladino dilinin can kurtaranlarından en önemlisi, yanı başında dokuz yılımı geçirdiğim ve ben ancak mezun olduktan sonra inşa edilen konser kompleksi TİM'in içinde beklemekte olduğumuz Yasmin Levy'nin babası Yithzak Levy'dir. Hayatını 15. yüzyıla kadar İspanya ve Portekiz'de yaşayan museviler diğer bir adıyla Sefarad Yahudiler'in müziğini ve dilini korumaya adamış olan Yitzhak Levy Türkiye'de doğmuş. Hem müzisyenlik hem de koro şefliği yapan Yitzhak kızına bırakabileceği en güzel miraslardan birini, sesini ve halkının şarkılarını bırakmış. Dünya müziklerinin her birini ayrı ayrı altından kefelere koyuyor olsam da ne yalan diyeyim, Ladino şarkılarına gelince iş, içimde kontrol edemediğim bir merak ve sürüklenme başlar. Dilin ve kültürün de aynı özelliklere sahip olmasından mı bilmem, Yasmin'in sesinin yanıklığından mı - onu da bilmiyorum- ama Sefarad Ladino şarkıları benim aklımın köşesinde devamlı çalan listeye girmiş ve orada kalacaktır.


1975 yılında bu dönme dolaba Kudüs'te küçük bir kasaba olan Bakka'da gözlerini açan Yasmin Levy küçük yaşta piyano çalmaya başlamış ve onsekiz yaşına kadar da müziği profeyonel olarak yapacağını düşünmemiş, ta ki yirmi yaşında ciddi ciddi bu şarkı söyleme işine girişip kendisi de bir müzisyen olan annesinin bir konserinde konuk şarkıcı olarak şarkı söyledikten sonra Yasmin'in türküsü durmamış. Dünya müziğinin en önemli sahnelerinden biri olan WOMEX 2002'de (The World Music Expo) sesindeki büyüyle uluslararası arenada ses getirdikten sonra Yasmin Levy'nin profesyonel müzik kariyeri başlamış olur. İlk albümü Yasmin & Romance'de ciddi Türk ezgilerinin etkisi bulunmasının sebebi de babasının Türkiye'de - Manisa'da doğmuş ve harmanına bu topraklardan uzun yıllar İsrail devleti kurulana kadar toz katmış olmasıdır. İsrail kurulduktan sonra İsrail devlet radyosuna Ladino şarkılarından sorumlu kişi olarak atanan Yitzhak Levy Ladino şarkıları üzerine bir çok kitap yapar, ve şu an yaşamakta olan bir çok ses kaydı gerçekleştirir.


Babasını bir yaşındayken kaybeden Yasmin'e ise yıllar öncesinde yapılmış bir plak kaydından gelen tozlu sese eşlik etmek, ve o özverili hayatın amacına ulaşması için aynı yolda devam etmek düşer...Önce baskın Türk ezgileri içeren Ladino albümü Yasmin & Romance, sonrasında ise Flamenko etkileri içeren ikinci albümü La Juderia'yı çıkarır. Sonrasında tekrar Ladino köklerine bir dönüş yapan Levy, üçüncü albümü -dünya kasabası anlamına gelen- Mano Suave'yi çıkartır. Albümün isminden de anlaşılacağı üzerine dünya kokan bir albümdür bu; İran'dan, Türkiye'den, Azerbaycan'dan, Yunanistan'dan, Paraguay'dan, İsrail'den, İspanya'dan kısaca dünyanın bir çok köşesinden önemli müzisyenlerle çalışır Yasmin Levy bu albümde. Dilini bilmediğiniz halde Yasmin'in müziğinin bu kadar etkileyici oluşu Yasmin'in dünya barışına inanan ve aynı sahnede normal arenaları tenzih eden, müziğin barışçıl kokusuyla farklılıkları bir araya getirip, onları bakırdan sesiyle özene bezene harmanlayabilmesinden ileri gelir. Eylül 2008'de İngiltere menşeyli bir sivil toplum kuruluşu olan Barış'ın Çocukları'nın iyi niyet elçisi seçilen Yasmin Levy, şu an halen senede iki kez orta doğudaki çatışmalarda büyümeye çalışan savaşkan tarafların çocuklarına kendi müziğini anlatır, müzikle hayallerine ulaşabileceklerinden bahseder. Anlayacağınız, Yasmin'in o etkileyici sesi harmoniyi savunur son nefesine kadar...Ve dünyanın tüm çocuklarına, aynı şarkıda hem Yahudi, hem Arap, hem Türk hem de Ermeni ezgilerinin olabileceğini gösterir. Müzik dediğimiz, gerçeğin ve mümkünatın yansımasıysa şayet - ki tüm kalbimle inanıyorum bu gerçeğe- Levy'nin müziği barış doludur...


İstanbul TİM'de vermiş olduğu konserde bir çok Türkçe cümleyi tamamen öğrenmiş olması, seyirciyie tam anlamıyla "sizinleyim, buradayım ve sizdenim" demesi, ve hatta bir Türk anonimi olan "Aman yolla İstanbul'a yolla"yı karnı burnunda haliyle, doğumdan önce son konseri olmasına rağmen göbek ata ata söylemesi Yasmin Levy'nin sadece müziğiyle değil, dünyaya bakış açısıyla da fark yarattığını gösterdi biz dinleyenlere. Çok sesli bir dünyanın tam ortasında yer alan bizleri bu harmoninin tadını çıkarmaya, Ladino'nun o kainat kokan notalarına, Yasmin'in göç kokan rüzgarlı sesine bırakıyorum...



Albümleri:
2004: Romance & Yasmin
2005: La Judería
2006: Live at the Tower of David, Jerusalem
2007: Mano Suave
2009: Sentir

http://www.yasminlevy.net/

hil'alem

15 Nisan 2011 Cuma

şehr-i Napoli Turturro'nun müzikal belgeselinde; Passione!



Şu an son günlerine yaklaştığımız 30. İstanbul Film Festivali kapsamında izleme fırsatı bulduğum "Passione" (Tutku) adlı belgesel/müzikal ya da müzikal belgesel çok daha güzel oturacak; İtalyan yönetmen John Turturro'nun - aslında çoğumuzun Amerikan aktör olarak bildiği John Turturro'nun imzasını taşıyor. Belgesel bir çoğumuz için tatile gidilse İtalya'da belki ziyaret edilmesi şart olmayan şehirlerden biri olan Napoli hakkında. "Tutku"yu izleyenlerin çoğuna kesinkes fikir değiştirtecek bu belgeselde Napoli'nin tarihi, Napolitenler, evet makarnalara sos diye koyup yediğimiz Napolitenler, şehrin dünü ve bugünü, savaşları ve barışları, amatör ve profesyonel müzisyenlerle yapılan röportajlar ve müzik kayıtlarıyla anlatılmış. Yer yer tiyatral bir hal alan belgeselde Turturro ve belgesel ekibi de belgeseldeki bazı bölümlerde bizzat oyuncu olarak yer alıp, Napoli sokaklarında bir hayli eğlenmişler. Beyaz perdede müzik görmek isteyenlerin aklında bulunması gereken eserlerden biri olmuş Passione/Tutku. Yönetmen Turturro'nun Venedik Film Festivali'nde gerçekleşen ilk gösterimde de söylediği gibi Napoli gerçekten İtalya'nın müzik kutusu gibiymiş.
Sicilyalı amatör bir caz şarkıcısı olan annesinin de etkisi olacak ki Turturro müziği ayrı bir yere koyuyor. Aktörlüğe profesyonel anlamda Martin Scorsese'in Rogging Bull/Kızgın Boğa adlı filminde figüranlık yaparak başlayan Turturro oyunculuk eğitimini New York ve Yale üniversitelerinde tamamlamış. John Turturro'yu bugüne kadar hep farklı, çizgi dışı yapıtlarda oynamış olarak görmemize rağmen (Barton Fink, The Big Lebowski, O Brother Where Are Thow?, Napoli sokaklarında gezinerek yaptığı Tutku'da birden kendisini karşınızda anlatıcı olarak görünce şaşırsanız da, her role rahat girebildiğinden olsa gerek, yadırgamıyorsunuz.
Tutku'ya gelince, bir şehrin tutkusu içinde yaşayan insanının kanından gelir fikrimce. Hani Napoli'yi tamamen boşaltıp içine koysak on milyon Danimarkalı'yı - teşbihte hata olmasın, Danimarkalıları sevmediğimden değil de, konu bahis ortalama tutku eşiğimiz olduğu için Danimarka dedim- Napoli Napolili'liğini yitirir- keza İstanbul'umuz da öyle. Fatih Akın'ın şehr-i İstanbul'u müziğiyle anlattığı Crossing the Bridge- The Sound of Istanbul'u izleyip de üsluptan etkilenenler varsa şayet, Napoli şehri'nin iki üç görüntüyle değil de, aşçısından hayat kadınına müzisyeninden mültecisine çok sesli bir halk türküsü misali anlatıldığı "Tutku", rengarenk görüntüleri ve Napoli'nin bilinmeyenlerini bir müzik şöleniyle sunmasıyla görülmeye değer bir belgesel.
İtalyan müziğinin geçmişten bugüne macerasına farklı bir bakış getiren, İtalya'ya 2. Dünya Savaşında gelip eğlencesini yaşayıp dönmüş olan Amerikan askerlerine de, "savaştan bir süre sonra İtalya'da zenci bebekler doğmaya başladı!" replikleriyle müzikal bir eleştiride bulunmayı unutmayan ve hatta "Caravan Petrol" adlı şarkıyla petrol arayışı içinde şehrin güzelliklerini kazdıkça kazan çıkarcı güçleri alaya alan Tutku, özellikle Afrika kıtasından Napoli şehrine gelen göçmen Arapların oryent nameleriyle seyirciyi büyülüyor. Benim özellikle dikkatimi çekense Turturro'nun her tarzda müziğe eşit önem vermesi, aynı Fatih Akın'ın Crossing the Bridge'de yapmış olduğu gibi, Napoli'nin çok sesliliği sayesinde tutkulu bir şehir olarak kalabildiğinin altını çizmesiydi.

Hollywood camiasının yer yer sığlaşan sularında farklı ve sürümden kazanmayacak bu yapıta vakit ayırdığı ve İtalya'sının bu küçük şehrini unutmayıp bir de insanını böylesi bir şölenle anlattığı için Turturro'yu gönülden kutluyorum. Daha doğrusu böyle işlere saygı duyuyorum.

hil'alem

20 Mart 2011 Pazar

Onu olduğu kişi yapan rejime söven bir piyanist; Anjelika Akbar


Yıllardır klasik müzikle iyi kötü haşır neşir olmama rağmen, yeni yeni tanıştığım Anjelika Akbar bugün İstanbul'un Taksim beldesinde Tom Tom sokağın çıkışına doğru yerleşik olan, ve çok geniş bir yelpazede canlı performansa ev sahipliği yapan İndigo'da idi. Sosyal medyanın İstanbul Geceleri ile olan ilişkisini yakından takip edenlerin bildiği "İstanbulKonser" sağolsun (twitter'da da facebook'ta da bu şekilde ulaşabilirsiniz) iki kişilik davetiye kazanmış olduğum bu konsere gitmeden önce,- naçizane - yerinde ve subjektif değerlendirmeler yapabilmek için Anjelika Akbar'ın müziği ve hayatı hakkında bilgi edinip müziğine daha yakından kulak kesildim.

Canlısı daha da farklı olacaktı tabii... Sonrasında ise belki de konsere bu parasızlığıma rağmen gitmemi asıl sağlayan videoyu seyrettim. Anjelika Akbar, Astor Piazzola'nın Libertango'su için "müziğin mutfağı böyle tatlı bir şeydir" konseptli bir klip yapmıştı. Görüntüler şahaneydi özellikle de still life fotoğrafçılığa ilgi duyan bir amatörseniz seyretmeden geçmeyin derim. Tabii parçayı dinlerken düşündüm, burda çello olmasa, dinleyici-izleyici kitlesi bu kadar beğenir miydi? Çellist Rahşan Apay ve harika çellosu olmasa Libertango sosyal medyada bu kadar ses getirir miydi?



Hayatından ve şehrimize gelişinin hikayesinden bahsedecek olursak, Kazakistan doğumlu Akbar, iki buçuk yaşında nota bildiği, piano çalabildiği ve dört yaşındayken "mutlak kulak" yeteneğine, yani duyulan bir notayı bir referans almadan, başka bir notayla karşılaştırmadan tanıyabilme yeteneğine sahip olduğu ortaya çıktığı için, Moskova Çaikovsky Devlet Konservatuvarı'nın dikkatini çekmiş. Tabii burda müzisyen ve filozof bir babaya ve müzisyen bir anneye sahip olmanın verdiği bir avantajı olduğunu düşünüyorum. Moskova'nın dikkatini çekme konusunu kastediyorum, yoksa anneden babadan yeteneğin saltanat şeklinde geçtiğine çok da inanmıyorum. Anjelika yetenekli bir çocuktu orası aşikar. Dolayısıyla Sovyetler Birliği ve köklü eğitim sisteminin incilerinden biri olan Üstün yetenekli öğrenciler için 11 yıl eğitim veren Uspensky Devlet Müzik Okulu'na başlar. Eğitimini tamamladıktan ve yetenkli genç besteci ödülünü de aldıktan sonra UNESCO üyesi olarak geldiği Türkiye'de kalmaya karar verir.

Velhasıl, saat 20:00 de başlayacak konser için sanatçıların en az yarım saat geç sahne aldığını bilerek 20:40'da mekanın kapısındaydım. Fakat kapıdaki görevliden aldığım bilgiyle biraz şaşırıyorum; Söyleşi var şu an, konser 21:00 gibi başlayacak. Allah allah diyorum içimden, piyanistler konuşkan olmaz benim bildiğim, hele de konser öncesi! Tom Tom Sokağın yağmur altındaki cumartesi telaşını biraz seyre dalıp saat dokuzda içeri girdiğimdeyse baskın bir rus aksanının sevimliliğiyle konuşan Anjelika'yı duyuyorum. (yani konser hala başlamamış!)

Konser sırasındaki konuşmalarından anladığım; Türkiye'ye gelmesindeki önemli etkenlerden biri de Sovyetlerdeki rejime biraz tepkili olmasıymış. Özgürlüğünün kısıtlandığını düşünmüş sanırsam. Nazım Hikmet için yaptığı "Yalnız Çınar" adlı besteyi seslendirmeden önce, "Nazım bir hapishaneden kaçıp diğer bir hapishaneye geldi aslında, sizler bilmiyorsunuz." dedi...dedi ve ben o anda sahnede bir piyanist yerine nankör bir kedi görmeye başladım. Türkiye'de hala öylesi bir eğitim sistemine sahip olmamamızın acısıyla mıdır, harika yeteneklerin tarlada tapanda, okul bahçelerinde ve internet kafelerde, akşamları ise dizi seyreden annelerinin babalarının yanında yöresinde heba olduğu bir sisteme sinirleniyor olmamdan mıdır bilmem, onu harika çocuk olarak görüp eğitim veren ülkeyi ve rejimini eleştirmesini çok manasız bulmuştum. Onun yeteneğini değerlendiren bir sistemin etinden sütünden faydalanıp büyüyen harika çocuk, Türkiye'de yaşamayı seçmişti. Her "harika çocuk" harika diyarlar görmek isteyecekti tabii, neden olmasın? Hoş gelmiş sefa getirmiş. Fakat sonrasında kendi tezini çürütmesi ve Ankara Üniversitesin'in rektörüne konservatuar bölümünü kurarken "20-25 kuyruklu Steinbeck piano lazım rektör bey" dedikten sonra aldığı tepkiyi (Anjelika hanım tüm Türkiye'de o kadar Steinbeck yoktur) aslında müzik yapması gerekirken hayat hikayesini anlattığı söyleşisinde malzeme yapması kabul edilir değildi. Neymiş efendim Moskova'da okullarında 120-130 kuyruklu Steinbeck varmış, ama rejim berbatmış! şimdi şimdi Türkiye standartlarına alışıyormuş. Türkiye nota satılmayan bir ülkeymiş! Almanya'da notacı görünce Moskova'yı ve o güzel günleri düşünüp hüngür hüngür ağlamış. mış..muş..

Anjelika Akbar devamlı konuşuyordu. 99 yılında Su adlı kendi prelütlerinden oluşan albümü yapan, Vivaldi'nin "Dört Mevsim"ini dünyada ilk kez piyanoya uyarlayan, Bach'ın klasik eserlerini doğu enstrümanlarıyla kolaj yapan ve bunun yüzünden klasik müzik çevrelerince katı bir şekilde eleştirilen Anjelika Akbar, müziğinin arkasında durup tüm bu çalışmalarını paylaşmak için heyecan duyacağına iki dakika süren her eserin ardından beş dakika anlatıyordu. Bu arada beş cümlesinin 3 tanesi "İçimdeki Türkiye'm" adlı kitabımda anlattım ama size de anlatayım- diyerek başlıyor ve beni düşündürtüyordu. Acaba etkinliğin açıklamasını mı iyi okumadım? Kitap lansmanı mıydı yoksa bugün? Neden kuyruklu piyanonun yanında kocaman bir kitap görseli var ve üzerine düşen ışık devamlı değişiyor?

Derin nefes alıp belki de müziğin tadını çıkarmalıyım diyerek sabırla bekledim.

Normalde Chopin'den ve Bach'tan dinlemeye alışık olduğum prelüdler kulağıma biraz farklı gelse de, önyargılar(ım)dan etkilenmeden, kişiliklerle melodileri ayrı dünyalarda değerlendirmeye çalışarak, çok sevdiğim pianist bir arkadaşımın "kesinlikle gitme o konsere" demesine aldırmadan özenle dinlemeye devam ettim. Hatta indigo'nun bir kısım seyircisinin adabı muaşeret'ten uzak, fısıltısız ve devamlı konuşan hallerine "şş sessiz konuşun" uyarılarında bile bulundum. Nitekim benim için Chopin'i biraz daha sevdiğim, ruhuna biraz daha dua ettiğim, bir sanatçının kendi menejerliğini yapar gibi, müziğini icra etmesinden çok, oğlunun başarılarından, diğer oğlunun her gece zorla Bach dinleyerek uyuttuğu için müziği sevmemesinden, annesini müzikten kıskanmasından, müzik bekleyen bizlere günlük yaşamından bahsetmesinin ne kadar itici olabileceğini anladığım dolu dolu bir akşam oldu.

Sevgili Ozan Çoban, "boş ver gitme" dediğinde sana "bırak şu sanatçı ukalalığını, tevazuya gel!" gibi eleştirilerle tepki verdiğim için özür dilerim :) Eleştirmekte haklıymışsın, ve evet senin Libertango yorumun çok daha güzel :)internet üzerinde kaydınızı bulabilseydim buraya da eklemekten gurur duyardım. Ama dediğim gibi, tanımak için yakından bakmak gerek, belki benim bunları dile getirebilmem için bu akşam orada olmam gerekiyordu. Aşık Veysel'in uzun ve ince bir yolda olmasından doğan o güzel ezgiyi, tevazudan yoksun bir sahnede görmem gerekiyordu...

kim bilir?

hil'alem

14 Mart 2011 Pazartesi

Jehan Barbur, İstanbul'un kırık kalplerinin jazz-gır ama fısıldayan sesi

İstanbul'un kırık kalplerinin jazz-gır ama fısıldayan sesi...

Aslında cazgırdan ziyade, kalbi kırık masalların güzel anlatıcısı diyelim. Lübnan doğumlu Jehan Barbur iç savaş dolayısıyla İskenderun'a kaçmış ailesinin kökenlerinin olduğu toprakların tozundan mıdır, yoksa halen devam eden kendi iç savaşından mıdır bilinmez, şarkılarının duruluğunda bir parça yırtıcılık, bir parça isyan var kadife koltuklardan cama bakar gibi. Jazz-gır deyişim ondan; yalın ve yalnız bir kadının kudreti var, hem sesinde hem şarkılarında.


Jehan Barbur - Neden musicplay

Arap Hıristiyanların'dan olan Jehan Barbur'un anne tarafı katolik baba tarafı ise ortodoksmuş fakat "tebaamız hep Türk'tü" diyor kökenini soranlara. Hayatının büyük ve önemli bir bölümünü İskenderun'da geçiren sihirli kalem Jehan Barbur, klasik bir hikaye - ailesinin konservatuvara gitmesini istememesi sonucu Ankara'da Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuyor. Aslında şaşırtıcı, çünkü İskenderun'daki evleri piyano çalınan, fransız şansonları söylenen ve tangolar yapılan bir evmiş. Öyle ya bazen insanların seçimlerine ve sevdiklerine yaptırdıkları seçimlere akıl sır ermiyor :) Sonrasında üniversitede amatörce mırıldanmaya başlıyor müziğini Jehan. Sahne tozuna da bulaşıyor bu yıllarda hatta. Fakat okul biter bitmez İstanbul'a geliyor. Bir kaç sene kendine has müziğini sadece sınırlı bir hayran kitlesine ulaştıran Jehan Barbur, Bülent Ortaçgil ile tanıştıktan sonra, onun da tavsiyesiyle albüm yapmaya karar veriyor. 1980 doğumlu genç müzisyen 2009 yılında Ada Müzik'ten tüm söz ve müzikleri kendisine ait olan "Uyan" adlı albümünü çıkarıyor. Müziğine hazır ve nazır beklemekte olan hayranlarına "uyan" dercesine. Ve bundan tam bir sene sonra "Hayat" diyerek devam ediyor Jehan; Ada Müzik'ten 2. albümü de çıkarıyor. Kemal Evrim Aslan, Cenk Erdoğan, Murat Çopur, Mert Önal, Kürşad Deniz, Erdal Akyol, Ferit Odman, Derin Bayhan, Sarp Maden, Ozan Musluoğlu, Uğur Akyürek gibi pek çok başarılı ismin bulunduğu bu albümde de bağırmayan ama fısıldayan bir masal devam ediyor.


Yani aslında sahip olduğumuz değeri es geçiyoruz. Bedenimizle uğraşmaktan, sosyal olarak "beğenilme" telaşından henüz kafamızı kaldırabilmiş değiliz. Olguların içlerini doldurmak, dışlarını geçici olarak boyamaktan daha zor geliyor. Nasıl göründüğümüz bugün artık nasıl düşündüğümüzden çok daha önemli değil mi? Samimiyetsizlik kendi iç sesimizi de esir almadı mı? Değerini bilmeli insan. Silmeli kendini, parlatmalı içini. Onaylanmak ihtiyacı ne kadar lüzumlu olursa olsun evrilmeli insan. Evrilmeli ki bu ihtiyacını göz ardı edebilecek yeni bir göz açsın içinde. Açsın ki artık göremeyenlere inat kendini dışarıdan izleyebilsin ve onaylasın "tek başına" olabilme kudretini.

Bir söyleşisinde bu sözleri sarf etmiş olan Jehan Barbur'un müziğindeki felsefede bu düşünceden filizleniyor işte. Kendine yakın, iç sesine yakın, çıplak bir müzik. Herhangi bir rötuşu yok. Sözleri kendi kaleminden, zamanında kim bilir hangi renk eskiz defterine hangi renk kurşun kalemiyle, gülerken mi ağlarken mi yazdığı, farkını belli eden sözler... "Gidersen bana da bir dengini yolla" "Toplanmamış bir oda, ben ve hayat..." ve "Kelimesiz gelen fikirlerin yol alamaması..." diyeceğim o ki, Jehan Barbur müziğini bir kenara bırakalım, söz yazarlığında apayrı bir yeri var. Zuhal Olcay'ın son albümünde yer almış olan "Şermin" adlı parçanın sözleri Jehan Barbur'a bestesi ise Jehan Barbur ve Cem Tuncer'a ait. Ve hatta şarkının Jehan Barbur yorumu, yaptığım hafif çaplı kamu oyu yoklamasında daha çok beğenildi. Yoğun bir performans programıyla müziğine devam eden Jehan Barbur'u takip etmek isteyenler
          hem myspace syafasından; http://www.myspace.com/jehanbarbur/music
          hem de kendi sitesinden http://www.jehanbarbur.com/
tadına bakabilir, anlatmaya çalışmış olduğum tılsıma kendi kulaklarıyla şahit olabilirler. İzleme fırsatı bulduğum Ghetto performansında sahnenin bir metre ötesinden hissettiğim Jehan Barbur ve müziği, her ne kadar masalsı olsa da, çok gerçek. Kendi gerçeklerimizden damıtılmış. Sözler sıkıntısıyla ısırdığı kurşun kalemlerin masumiyetini ve her ne olursa olsun yalnız gelinen dünyada, yalnızken bir şeyler ifade eden "kendi"mizi anlatıyor. Gurursuz, dürüst, sevecen, merhametli, kırılgan, her ne iseniz... ‘Gidersen’ ve ‘Neden’ benim favorilerim fakat herkes Jehan'ın herhangi bir şarkısında önemli bir şey bulabilir, ezgisinin rüzgarıyla ruhundaki nemi bir nebze atabilir...

hil'alem.

8 Mart 2011 Salı

Ahmet Ümit'in kaleminden Şehr-i İstanbul


Yaz yaz bitmeyecek bir tarih İstanbul'unki. Yedi tepesinde yedi milyon uygarlık yaşamış, yaşanmışlık bırakmış. Nüfus kağıtlarımızda ya da ikametgah belgelerimizde ya da posta adreslerimizin son mısrasında çoğu zaman farkında olmadan iliştirilmiş olan şehir, İstanbul, romanların, özellikle tarihi romanların en nadide örtülerinden biri olmuştur hep. Ama polisiye? canice işlenmiş gizemli cinayetlerin örtüsü olursa şehir? Surlarıyla dehlizleriyle, bin yıllık dikilitaşlarıyla, kiliseleriyle, beşyüz yıllık camileriyle, külliyeleriyle, yüz yıllık cumhuriyetiyle bir ölüme tanıklık ederse şehir?


Yazmaktan usanmayan - iyi ki de usanmayan- ve polisiye romanlarıyla gün be gün artan bir okur kitlesine sahip Ahmet Ümit'in son romanı "İstanbul Hatırası" olur! Sizi içine çekme katsayısı bir yana, anlattığı İstanbul ve İstanbul'un binlerce yıllık tarihindeki diğer çehreleri ile okuyucuyu büyülemekle kalmıyor, bir fıçı tarih şarabı gibi yavaş yavaş şehri okura büyülü bir anlatımla sunuyor. Gürkan Gürak tarafından edebiyat dünyasında çok da alışık olmadığımız bir tanıtım filmi bile çekilmiş İstanbul Hatırası'na.

İstanbul Hatırası - Tanıtım Filmi from Köpekbalığı Çalışıyor on Vimeo.

Oyuncular: Ayhan Bozkurt, Mert Çetin
Müzik: Burak Baduroğlu
Teknik Yapım: Gürkan Gürak
Set Ekibi: Çağla Artagan, Deniz Artagan, Rıza Yazgılı
Yapımcı: Gül Ümit Gürak
Yönetmen: Gürkan Gürak

Eğer iyi bir Ahmet Ümit takipçisiyseniz, günümüz İstanbul'unun en tarihi mekanlarıyla ve geçmişiyle bağıntılı gibi görünen bir dizi cinayetin faillerini arayan Komser Nevzat'ı, yine Ahmet Ümit'in kaleminden çıkmış çizgi roman "Komser Nevzat ve Maceraları" dizisinden de hatırlayabilirsiniz. Türk Edebiyatı'nın nadir polisiye yazarlarından biri olan Ahmet Ümit her romanında okuyucuya otobüste, minibüste, serviste ayakta kitap okuyabilme yetisi kazandırmakla kalmayıp öyle bir tarih bilgisi sunuyor ve bilmediğimiz o kadar çok diyar gezdiriyor ki, Gülhane parkının girişinden Topkapı sarayına doğru çıkan, yakın zamanda restore edilen Soğuk Çeşme sokağın kıymetini bilerek taşlarına basar oluyorsunuz. Ya da Yere Batan Sarnıcı sadece ortaokulda ziyaret ettiğiniz bir müze olmaktan çıkıp, Osmanlılarla Romalıların su içme alışkanlıklarının farklılıklarına bir kanıt oluyor artık sizin için.

İstanbul, İstanbul Hatırası'nın sayfalarını çevirdikçe değişiyor, derinleşiyor. Her taşından her toprağından altın değerinde bir tarih çıkıyor ve hiçbir yere eskisi gibi bakmıyorsunuz. Ayasofya yerli turiste girişi daha ucuz olan bir müze olma kimliğinden sıyrılıp, tarihin bir köşesinde başka bir Hürrem hikayesi misali, bir kadının aşkından sıyrılamayan Bizans hükümdarın yaptığı katliamın mabedi oluyor. Hal böyle olunca her sene milyonlarca turistin ziyaret ettiği Şehr-i İstanbul'da geçen bu roman şu anda ingilizceye de çevrilmekteymiş. Eğer bunu öğrenmeseydim bizzat kendisine ulaşmaya çalışıp bu konuda yalvarmayı planlamıştım. Hatta İstanbul mimarisi üzerine ders verilmekte olan tüm üniversitelere de bu roman hatırlatılmalı diye düşünüyorum.

Romana dönersek, okudukça ana karakter Nevzat'ın size de geçecek olan yaşanmışlıkla dolu kırgın halleri, fakat mesai vakti profesyonelliğinden asla taviz vermeyen hırsı o kadar gerçek ki...Roman karakterinin de böylesi makul aslında, gerçeğe en yakını, yer kubbede bir yansımasının muhakkak oluşu...Rakıyı sevmesi mesela...Mezeleri anlatırken ki iştahı. Bir akşam üstü rum meyhanesinin bahçesine düşen akşam sefasını yaşarsınız adeta. Zeki Müren duyulur romandan yer yer. Dostluklara ve yitik aşklara içilen rakının bardağında yankı yapar. Sayfalar öyle gerçektir ki karakterlerle birlikte çakır keyif olursunuz. Ahmet Ümit'in tüm karakterleri hayatınızdan birisi olabilir, bu yüzden İstanbul Hatırasında Bzyantion imparatoru bile gerçeğin arasına masalsı bir anlatımla sıkışır ve bir imparatorun kudretiyle, günümüz şehir düşmanları iş adamlarının kudreti birbirine benzeyiverir aniden. Geçmiş günümüze karışır...Aynı topraklarda bin yıl önce yaşananlar, bugün yaşananlara paralellik göstererek "dün" bugüne ışık olur, yeri gelir cinayetlere ipucu olur.

Ahmet Ümit'in kaleminde Şehr-i İstanbul'umuz öyle güzel kıvrılmış ve tüm ihtişamını, endamını mısraların arasına öyle güzel saklamış ki, sadece polisiye değil şehre duyulan bir aşk hikayesi de anlatılmış, şehir de geçen aşklar da...

Kalemine sağlık Ahmet Ümit!

hil'alem

Ahmet Ümit
ESERLERİ:
Sokağın Zulası (1989)
Çıplak Ayaklıydı Gece (1992)
Bir Ses Böler Geceyi (1994)
Masal Masal İçinde (1995)
Sis ve Gece (1996)
Agatha'nın Anahtarı (1999)
Kar Kokusu (1998)
Patasana (2000)
Şeytan Ayrıntıda Gizlidir (2002)
Kukla (2002)
Beyoğlu Rapsodisi (2003)
Aşk Köpekliktir (2004)
Başkomser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü (2005)
Kavim (2006)
Ninatta'nın Bileziği (2006)
İnsan Ruhunun Haritası (2007)
Olmayan Ülke (2008)
Bab-ı Esrar (2008)
İstanbul Hatırası (2010)

Kendisine bu düşüncelerimi anlatmak için sabırsızlanmakla beraber tüm okurlarına sevinçle şunu da söyleyelim, Ahmet Ümit yarın akşam bir diğer romanı Beyoğlu Rapsodisin'de anlattığı Baraka'da, DJ kabinine geçip sevdiği şarkıları karanlıkta çalıyor. 24 Kasım 2010 günü gerçekleşen ve çok beğenilen performansının ardından, miksere daha da ısınan Ahmet Ümit, bir daha dinlemek isteyenler için, kaçıranlar için, duymayanlar için 9 Mart 2011 Çarşamba akşamı tekrar iş başında!


event linki:
http://www.facebook.com/event.php?eid=189115574460505

25 Şubat 2011 Cuma

Beirut; müziğin külliyesine bilet gibi!



kaldırım taşlarına palyaço suratları çizmek
palyaçoların gülümser olması, şehir insanının onları çiğnemesine rağmen,
nantes dinlerken niente! demek italyan vurgusu ilen
italyadan kartpostallar gelmesi mutlu mutlu
ve bir pazar gülümsemesi
akordeonun körüğüne sıkışmış kahkahalar hatta
beirut...
11. gezegen keşfedilirse (evet bilmeyenler varsa bir onuncu gezegen keşfedildi diye biliyorum)
adı beirut olsun...
niente!

Brandenburg Orkestrasının maestrosu; söz sende!

PS: Beirut, Zach Condon, söyleyeceklerim var hakkınızda, durun hele..

http://www.beirutband.com/




hil'alem