13 Şubat 2019 Çarşamba

Radyo bana ütünün buharını hatırlatıyor



Öncelikle dünya radyo gününüz kutlu olsun! Evet, bugün dünya radyo günüymüş! Nerden öğrendin derseniz sabah radyoda duydum 😀

Önce 1880’lerde Heinrich Rudolf Hertz (Alman mucit bir abimiz) elektromanyetik dalgaları bulmuş, sonra 1895 yılında (İtalyan mucit bir abimiz) Gugliermo Marconi radyo iletişimini keşfetmiş. İcat edilen bu muhteşem aygıt/teknoloji, çok insanın hayatını değiştirdi ve değiştirmeye de devam ediyor. Afrika’da hala radyo istasyonlarının sayısı televizyon ve gazetelerden fazlaymış mesela ve bazı ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu hala haberleri radyodan takip ediyormuş.

Efendim Birleşmiş Milletler 1946 yılında kurduğu kendi radyosunun doğumgününü olan 13 Şubat’ı 2011’de Dünya Radyo Günü olarak kabul etmiş. Lakin bunlar işin fiziksel boyutu. Benim radyoyu başka bir taraftan anlatasım var.

Hayatınızda radyonun yeri var mı bilmiyorum ama, premium bir Spotify kullanıcısı, YouTube müzisyenleri takipçisi ve Instagramda müzikli paylaşımlara ortalamanın üzerinde ilgi gösteren bir kullanıcı olarak söylüyorum; “Radyonun yeri başka!” Hani kindle’ınız veya herhangi bir e-kitap okuyucunuz olsa da “Kitabın yeri başka!” dersiniz ya, ona benziyor.

Radyo hayatımda hep önemli bir yere sahip oldu. Annem alıştırdı aslında bizi radyoya. Yatılı okula giderken haftasonları okula dönmeden önceki gece bizi yatırdıktan sonra bavullarımıza konmak üzere ütü yaparken dinlediği Radyo Alaturka sayesinde farkında olmadan türk sanat müziği eserlerini bilir olmuşuz - çok sonra farkettim rakı sofralarında. Ve her Radyo Alaturka dinlediğimde o temiz nevresimlerin içinde kızkardeşimle yatağı ısıtışımız gelir aklıma - bir de ütünün buharı...

Ortaokul yıllarında can arkadaşım yoldaşım Sevinç’le Joy Fm’in ingilizce romans dolu şarkılarında hem “ağzımıza geldiği gibi” söz uydurur hem de küllü biralarla sarhoş olmaya çalışırdık - annesi içerde dua ederken :) Hoşgörülü kadındır Sıdıka anacım.

Sonra Darüşşafaka’da lise yıllarında yatakhanede “Uyanıııın, uyanın, uyanın, uyanın, uyanın!” diye bağıran (ama 58bin900 kez!) Bay J vardı Number one ya da Power Fm olması lazım.. Hoparlöre yastık fırlatanlar falan olurdu ama güzel zamanlardı, şahsen ben şikayetçi değildim. Lise son olduğumuz 2003 yılında da Noir Desir’in Le Vent Nous Portera hit olmuştu. Şarkının girişindeki melodiyi düşünün, pijamalarla o tempoda çıkardık yataklardan. Bence şahane bir uyanış!

Sonra Radyo Eksen girdi hayatımıza. Gülşah Güray hala sabahların vazgeçilmezlerinden. Sadece müzik değil müziğin arkasındakilerle araştırmacı gazeteci gibi program yapar Gülşah. Bayılırım! Arada sırf o çalıyor diye Radyo Eksen partilerine de gidiyoruz Hüsniye’yle (fahri ablam). Tarlabaşı'ndaki evinde de çok dinlerdik Bağcılardaki işlerimize (Dünya Gazetesi ve DHA) işe gitmeden önce, şimdi Abbasağa'da da dinliyoruz. Yine Eksen’de haftasonları Kaan Sezyum’la eşi Deniz’in bir programı var “Saygıdeğer Eşim”, şiddetle tavsiye edilir.

Bir ara 2003 yılında ben kendimi de radyoda buldum birden! Belçika’da yanında değişim öğrencisi olarak kaldığım aile ile Noel’i kutlamaya hazırlanıyoruz. Değişim organizasyonumdan birilerinin tavsiyesi üzerine, bir radyo kanalı/farklı kültüre mensup öğrencilerin Noel hakkındaki görüşleri üzerine bir röportaj yaptı benle. Daha gideli beş ay olmuş, flemenkçem rezalet! Ama atlattık bir şekilde ve ertesi gün Noel sofrasında tüm aile o röportajı dinleyip radyodan ne güldük ne güldük!

Sonra bir gün yıllarca burslu okuduğumuz Darüşşafaka’yı Geveze’nin programında anlatmamızı istediler - yine ben ve can arkadaşım yoldaşım Sevinç (hani bira külleyip sarhoş olmaya çalıştığımız) çünkü sınav başvuruları başlamıştı ve ne kadar duyurabilirsek o kadar çocuğun hayatı değişebilirdi. Gittik anlattık - ilk kez bir radyo stüdyosunun içine girmiştim ve yıllarca sesini duyduğum Geveze karşımda canlı canlı duruyordu, bir garip geldi - e o da insan tabi niye garip geldiyse...

Boğaz Köprüsü’nden servisle geçerken benzin fiyatlarını protesto etti bu ülke Nihat Sırdar’la. O zamanlar Alem FM deydi, memleket meselelerini ele aldığı için çok yer değiştirdi. Bizim servis şöförü abi de basardı kornaya :) çok eğlenirdik beyaz yakasın ama işe giderken böyle sanki devrim yapıyoruz

O kadar alışmışım ki radyoya! Kendi evime de ilk aldığım eşyalardan biri olmuştu radyo. Mutfakta radyo olmadan olur mu? Olmaz. Yemeğin tadı olmaz!

Velhasıl, Soundcloud, iTunes, Spotify - ve hatta Spotify’da beğendiğimiz şarkıların radyo istasyonuna tıklamak-, YouTube mix listeler vs derken geldik Internet radyoculuğuna... Radyo Kulesi diye bir uygulama var arkadaşlar, indirin pişman olmazsınız. Ücretsiz ve şahane! Hatta ben doyamayıp 19,99 tl olan notebook versiyonunu da indirdim.

Şimdi her sabah Radyo Sputnik’te Darüşşafakalı gazeteci abim Zafer Arapkirli’yi dinliyorum. Memleketin gündemini en tadınız kaçmadan ve kara mizahla dinleyebileceğiniz noktalardan biri. Karasal yayında da var ama ben uygulamadan dinliyorum metrobüste işe (Diken) giderken. Jeneriklerinden Ahmet Hakan’ın köşesini okumaya başladığında eleştirel bir “oynak” imasıyla arkadan hafifçe duyulmaya başlayan 9-8 oyun havalarına bayılıyorum! Memleket meselelerine çözüm odaklı bir bakış açısı sağlayan sunumu ve konukları, gazete manşetlerini aktarırken kendisinin liseden de üç dönem alt kardeşi olan Dünya Gazetesi genel yayın yönetmeni Hakan Güldağ’ın manşetinde sona ünlem koymasıyla (ya da koymamasıyla) uğraşması ve iki saat dur durak bilmeden konuşabilmesi takdire şayan :) Zafer abiyi her sabah 07:00-09:00 arası dinlemeden edemiyorum gibi. Arada Eksen Gülşah Güray’a döndüğüm de oluyor reklamlar sırasında :)

Son olarak Radyo Kulesi uygulamasında bu saydıklarım dışında bazı favorilerimi de paylaşayım bitsin: Radio Swiss Jazz (evet jazz dinleyip belgesel izliyorum :P), Anatolian Funk (şu anda tadilatta çok üzülüyorum), Radio Deep Sound, Swiss Classic Radio (isviçreli biliminsanlarından sonra radyolarını da takdir ediyorum) ve Açık Radyo!

12 Ocak 2019 Cumartesi

Cafuné


Brezilya portekizcesinde “sevdiğinin saçları arasında parmaklarını şefkatle dolaştırmak” anlamına gelir.
Düşün ki tarihte bi adam, bu eyleme bir isim bulmak gerektiğini düşündü. 
Abi ne sevmiş be!

11ocak2019
Hil-âlem

10 Kasım 2017 Cuma

İzlanda'dan öngörülemeyen ezgiler



Salon İKSV'de gerçekleşen Ólöf Arnalds konserindeydim bu akşam. İzlandalı şarkıcı ve çok enstrümanlı Ólöf Arnalds aslında klasik müzik eğitimi süresince keman ve viyola enstrümanlarını çalmış, gitar çalmayı kendi kendine öğrenmiş. Fakat enstrümanlarından ziyade masalsı sesiyle öne çıkıyor "İzlanda'ya folk müziği getiren şarkıcı" diye de anılan sanatçı. Arnalds İzlandalı efsane ses Björk ile bir düet de yapmış.

Sisli kuzey topraklarından hatta bir adadan yükseldiği çok belli Ólöf Arnalds'ın ezgilerinin. Tahmin edilemeyen, öngörülemeyen ezgiler dizmişler tabiri caizse. Jazz gibi ama değil. Standart değil yani, var mı düzensizlik kaos :) Böyle nasıl diyeyim hani Tolkien romanlarına ya da Game of Thrones gibi fiction dünyalara eşlik eden bir müzik yapıyor İzlandalı grup. Biraz da masalımsı... Björk'le de düet yapan şarkıcının sesini için Björk "bir çocukla yaşlı bir kadının sesi arasında bir ses" diye tarif ediyor.

Sahnede bir insan sesi iki de gitar o kadar. Klasik gitarlar yerini bazen bir ukulele ve bir elektro gitara bırakıyor. Ama müziğe en hakim şey bir sakinlik ve bir sorgulama hali. Evet tezat belki bu iki olgu birbirine ama bana melodilerinde hep bi sorgulama hali var gibi geldi. Belki de ezgilerin arasında hissettiğim İskandinav insanının başka sorunu olmamasından kaynaklanan varoluş kaygılarıdır bilmiyorum. Ama kesinlikle uzaya, paralel evrene, Orta Dünya'ya daha çok yakışan bir müzik Olöf Arnalds'ın yaptığı. Bakın yalan olmasın bazen de özellikle ukulele ile çalınan parçada kendimi bi Japon ezgisi dinlermiş sandım bir an. Acep adaların kendine has bir olayı mı bu?

Bugüne kadar 4 albümü çıkmış Ólöf Arnalds. Innundir Skinni adlı albümün prodüktörlüğünü Sigur Rós üyeleri üstlenmiş.
Videodaki Björkle düet yapılan şarkının sözleri de hemen şuracıkta:

[Verse 1]
Stream of cold
Breathing slowly
Tired feet
Press the ground

[Pre-Chorus 1]
Gentle flow
Scent of growth
That opens me

[Chorus 1]
And I surrender now
I stand up now
I open to
Only you now
I choose now
I refuse now
I ignore you now
Claim my power
I carry you
I nurture you
Give birth to you
Again
Feel your heart again
Touch me again
I surrender
Again

[Verse 2]
Feel my pride
From the inside
Jungle red
Easier felt than said

[Pre-Chorus 2]
I'm raising you
Yet my grace is unknown to you

[Chorus 2]
I carry you
I nurture you
Give birth to you
Again
Feel your heart again
Touch me again
I surrender
Claim my power
I surrender now
I stand up now
I open to
Only you now
I choose now
I refuse now
I ignore you know
Claim my power

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Charlie Chaplin - The Great Dictator Speech


When it's too much and I'm overwhelmed I watch this speech to feel better again. The only not-silent movie of Charlie Chaplin; The Great Dictator has this speech at end. One of the most evil humankind Adolf Hitler and this man with such beautiful heart was born in the same week in the history. And this speech done in 1940 is still timeless... Still matters a lot. Enjoy...

I'm sorry but I don't want to be an Emperor, that's not my business. 
I don't want to rule or conquer anyone. 
I should like to help everyone if possible, Jew, gentile, black man, white. 
We all want to help one another, human beings are like that. 
We want to live by each other's happiness, not by each other's misery. 
We don't want to hate and despise one another. 
In this world there is room for everyone and the good earth is rich and can provide for everyone.
The way of life can be free and beautiful. 
But we have lost the way.

Greed has poisoned men's souls, has barricaded the world with hate;
has goose-stepped us into misery and bloodshed.

We have developed speed but we have shut ourselves in:
machinery that gives abundance has left us in want.
Our knowledge has made us cynical,
our cleverness hard and unkind.
We think too much and feel too little:
More than machinery we need humanity;
More than cleverness we need kindness and gentleness.

Without these qualities, life will be violent and all will be lost.

The aeroplane and the radio have brought us closer together. 
The very nature of these inventions cries out for the goodness in men, cries out for universal brotherhood for the unity of us all. 
Even now my voice is reaching millions throughout the world, millions of despairing men, women and little children, victims of a system that makes men torture and imprison innocent people. 
To those who can hear me I say "Do not despair".

The misery that is now upon us is but the passing of greed, the bitterness of men who fear the way of human progress: 
the hate of men will pass and dictators die and the power they took from the people, will return to the people and so long as men die liberty will never perish . . .

Soldiers: don't give yourselves to brutes, men who despise you, enslave you, who regiment your lives, tell you what to do, what to think or what to feel, who drill you, diet you, treat you like cattle, use you as cannon fodder.

Don't give yourselves to these unnatural men, machine men, with machine minds and machine hearts. 
You are not machines. You are not cattle. You are men.
You have the love of humanity in your hearts. 
You don't hate, only the unloved hate. 
The unloved and the unnatural. 
Soldiers: don't fight for slavery, fight for liberty.

In the seventeenth chapter of Saint Luke it is written:
- "The kingdom of God is within man"
Not one man, nor a group of men, but in all men; in you.
You the people have the power, the power to create machines, the power to create happiness. You the people have the power to make this life free and beautiful, to make this life a wonderful adventure. 
Then in the name of democracy let us use that power. Let us all unite!
Let us fight for a new world, a decent world that will give men a chance to work, that will give youth a future and old age a security. 
By the promise of these things, brutes have risen to power, but they lie. 
They do not fulfill that promise, they never will. 
Dictators free themselves but they enslave the people. 
Now let us fight to fulfill that promise. 
Let us fight to free the world, to do away with national barriers, to do away with greed, with hate and intolerance. 
Let us fight for a world of reason, a world where science and progress will lead to all men's happiness.

Soldiers! In the name of democracy: Let us all unite!

**

Herşey çok fazla geldiğinde ve bunaldığımda bu videoyu açar izlerim ben. Charlie Chaplin'in tek sesli filmi The Great Dictator'un sonundaki konuşma. İnsanlığın büyük yüz karalarından Adolf Hitler ile aynı hafta dünyaya gelen bu güzel insan, insanlığımıza dokunacak ve 1940'ta yaptığı halde zamanı aşan zamansız bir konuşma yapmış...

üzgünüm ama ben imparator olmak istemiyorum. bu benim işim değil. ne kimseyi idare etmek ne de ülkeleri fethetmek istiyorum. elimden gelse, herkese, ister yahudi, ister zenci, ister beyaz olsun tüm insanlara yardım etmek isterim.

hepimiz karşımızdakine yardım etmek isteriz. bütün insanlar böyledir. karşımızdakinin mutluluğunu görmek isteriz, üzüntüsünü değil. birbirimizden nefret etmek ve birbirimizi hor görmek istemeyiz. bu dünyada herkese yetecek yer var. ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketlidir.

hayatın bize çizdiği yol özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı, hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve kanın içine sürükledi. hızımızı arttırdık ama bunun tutsağı olduk. bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekamızı ise katı ve acımasız. çok düşünüyoruz ama az hissediyoruz. makineleşmeden çok insanlığa gereksinimimiz var. zekadan çok iyilik ve anlayışa gereksinimimiz var. bu değerler olmasa hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz.

uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı. bunlar, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmaya, evrensel kardeşliği oluşturmaya ve hepimizin birleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. şu anda bile sesim dünyadaki milyonlarca insana, milyonlarca acı çeken kadın, erkek ve çocuğa, suçsuz insanları hapse atan, işkence eden bir sistemin kurbanlarına ulaşıyor. beni işitenlere şunu söylemek istiyorum: “kendinizi ümitsizliğe kaptırmayın.” üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. insanlardaki bu nefret duygusu geçecektir, diktatörler ölecek ve halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. insanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük asla yok olmayacaktır.

askerler! sizleri aldatan, sizleri köle gibi kullanan, ne yapmanız gerektiğini, nasıl düşünmeniz gerektiğini ve nasıl ölmemiz gerektiğini söyleyen bu zalimlere asla boyun eğmeyin. sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin. kafaları ve kalpleri bir makine gibi olan bu adamlara boyun eğmeyin. sizler birer makine değilsiniz. sizler insansınız! kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşmaktadır! nefret etmeyin! yalnızca sevilmeyenler nefret eder… sevilmeyenler ve anormal olanlar!

askerler! kölelik uğruna savaşmayın! özgürlük için savaşın! st luke’un incil’inin on yedinci bölümünde cennetin tek bir adamda ya da bir grup insanda değil tüm insanların içinde olduğu yazılıdır. siz insanlar güçlüsünüz. makineleri yapacak güce sahipsiniz. mutluluğu yaratacak güç sizdedir! bu hayatı özgür ve güzel kılacak güce sizler sahipsiniz. bu hayatı olağanüstü bir maceraya çevirecek olan yine sizlersiniz. öyleyse, demokrasi adına bu gücü kullanalım ve birleşelim. yeni bir dünya için savaşalım. herkese çalışma şansı verecek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım.

zalimler de böyle sözler vererek iktidara geldiler. ama yalan söylediler! sözlerini tutmuyorlar. hiçbir zaman da tutmayacaklar! diktatörler kendilerini kurtarır ama halkı köle gibi kullanır. artık dünyanın özgürlüğü için savaşalım, hırstan, nefretten ve hoşgörüsüzlükten kendimizi arındıralım. sağduyulu bir dünya için savaşalım, bilimin ve gelişmenin bizleri mutluluğa götüreceği bir dünya için savaşalım. askerler, demokrasi adına birleşelim!



10 Şubat 2017 Cuma

Satıcı (Salesman) - Farhadi'den Ortadoğu insanına dair...




Daha önce de En İyi Yabancı Film dalında 'Bir Ayrılık' filmiyle Oscar alan İranlı yönetmen Ashgar Farhadi'nin son filmi 'Satıcı' (Salesman) yine bir İran başyapıtı olmuş. Cannes'da 2016 yılının en iyi senaryosu ve en iyi erkek oyuncu (Shahab Hosseini) ödüllerini de alan film İran'da tiyatroyla uğraşan bir çiftin başına gelen talihsiz bir olayın hikayesi. Çok spoiler vemeyelim; Trump'ın İran'ın da dahil olduğu 7 ülkeden gelen vatandaşlara giriş yasağı getirmesinin ardından en iyi yabancı film dalında adaylığına rağmen Oscar ödül törenine gitmeyi reddeden Farhadi'ye bizzat sinemaya gidip bi destek verirsiniz sinema severler. Başka Sinema'nın olduğu heryerde 'bize hergün festival' kafasındaki izleyicilere sunulmuş. 

Farhadi modernle gelenekselin arasında kalmış İran insanını da, cehalete sığınarak tüm kötülükleri yapabilen ve 'şeytana uydum' diyerek suçu üzerinden atmaya çalışan Ortadoğu vandalını da, Ortadoğu'da kadın olmayı da güzel iğnelemelerle veren bir film. Bu arada kalmışlık meselesi çok İran'a has değil biliyorsunuz, bizde de hayli baskın patalojik bir durum. O yüzden hikayede bizden de çok şey bulursunuz. Öyle çok politik bir film değil, tiyatroya gelen sansüre veya fahişeyi oynayan oyuncunun kıyafetsiz sahneye çıkması gibi bir seçenek olmamasına dokundursa da, hikayenin aslı İran, Türkiye ve diğer birçok Ortadoğu ülkesinde görülebilecek olaylar ve durumlar silsilesi... 

 Bir de Shahab Hosseini, o Cannes ödülünü hakede hakede almış. Oyunculuk (ki çok fazla oyuncunun olmadığı bir film) ve senaryo filme ilgiyi hiç kaybetmeden izlemenizi sağlayan türden. Yeri gelir sinirlenebilirsiniz. Yeri gelir şaşırabilirsiniz. Tıpkı insanlık gibi! Çok doğal ve çok insan bir film. İyi seyirler! 

 Hil'alem

3 Şubat 2017 Cuma

Koyun gibiyiz be kardeşim! Ama bizi koyun edenler utansın!



Eveet... nereden başlasam bu 'olacak o kadar' hikayesine! Levent Kırca'dır Aziz Nesin'dir anlatıp dururlardı Yaşar ne yaşaaar ne yaşamaz diye. Ülkeye döndük dakika bir gol bir bir halk mücadelesinin içinde buldum kendimi. Amaç: yeni kimlik yeni pasaport yeni vize. Yol yordam: yeni elektronik kimliğin ygs'ye bi ay kala sınavda zorunlu kılınmasından dolayı yaşanan çılgınlığın içinde bir balık efendime diyeyim bir koyun olmak! Evet deneyenler varsa görmüşlerdir randevulu çalışan hiçbir nüfus dairesinde marta kadar randevu yok. Yer: Anadolu yakasında randevusuz tek gidilen daireler Ataşehir ve Adalar. 21.yüzyılda sistem halkın eline bırakılmış geceden gelenler kaymakamlığın dışına 'liste' yapıyor. Ertesi gün kapılar açılınca da bu listedekiler sırayla numeratörrrden numerö alıyor. Saat dokuzda da gelseniz geceden gelen 160+insan numara aldığı ve numara kalmadığı için geç kalan koyunlar evlerine dönüyor. Fekat! İkinci gün gark olduğum liste hikayesinde 'hani nerde başlar ne zaman yazılır nere asılır vs' bir listeyi ben başlatmak durumunda kaldım. Aslında gurur verici! Birinç! Sonra liste 15-20 kişi olana kadar teyzoşumla soğukta bekledik. Neden? Adalet halkın eline bırakılmış, yurdum orta gelir tuzağından orta seviye zeka ile kurtarılmaya çalışılmış ama başarılamamış! Velhasıl listem gururla asılı, nöbeti bi beyefendiye devrettik. O da gece onbuçuğa kadar beklemiş ve başka birine nöbeti devretmiş. Sabah karaga bokunu yemeden geldiğimizde ise zurnanın zort dediği sahneyle karşılaşıyoruz: Liste var ama başka! Birileri 100 kişinin adını yazdığı listeyi atıp yeni liste asmış duvara! E akıllıca tabi! Yenilisteçeriler ve Eskilisteçerilerin bağırışmalarıyla geçen 07:00-08:30 süresince sıradakilerle (yeni sıram 118) birbirimize iyice kaynaşmıştık! Dedim ki onlara kapılar açıldığında eski liste geçerli olursa sizi hiç unutmayacağım ama koşarak içeri gideceğim :) herkes halime çok üzülmüştü ama kolektif kültürün şeysini özlemişim heralde gülümsüyordum devamlı. Hatta eskiçerileri genelde 'abi bak ben birinci sıradaydım şimdi 118'im' diyerek koyun olmaya ikna ediyordum. Çünkü koyun gibiyiz be kardeşim! Neyse ki günde 140 kişi alınıyordu ve en azından bugün işim hallolacaktı bencilliğiyle sıramda zeytinli açma vs. ayakta kahvaltı yaptım. Numeratörrrlere geldiğimizde ortalık çok karıştı. Eskiçerilerden tanıdığım bi kaç bey vatani görev gibi insanlara numara veriyor isim okuyordu. Dohsan beş! Namık Topuuuz! Yüzonyediiii Setenaay seksek! Zzzt numeratör bozuldu durun! Aa yok bozulmamış nüfus müdürünün odasını bastığımda açıkladı kendisi. Memurlardan biri hamile imiş o yüzden bugünkü kontenjan 140 değil 120. Arada bi kaç kişi kardeşine bacısına da alınca iki günlük savaşın ardından tötüme baka baka dönmem gerekiyor ve saat daha sadece dokuz! Ama o da ne? Eskiçeri yoldaşlardan muharrem bey 'sen gel şuraya bi ne giriyosun müdürün odasına al ben sana numara vercem' dedi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Ama sevindim sayılır. Bu lanet en azından bugün sonlanacaktı! Da ülkemin orta zeka tuzağından kurtulmasına çok vardı. Nüfus müdürüne de dediğim gibi bu vatandaşın bi günahı yok. Böyle sistemin (sistemsizliğin) ve adaleti halka teslim etmenin acılı sonuçları olur. Ben hala bekliyorum sıramı bu arada. Yan taraf zübeyde hanım örtmen evi, içerde de kına var 'ankaranın bağlarından hacıyı da çarşıya göndermişlere'e varıncaya güzel bi havalar. Bi girip göbek atıp geliyorum.

Ve bizi koyun edenler utansın!
HAYIRlı cumalar efendim.

Hil-âlem.

29 Aralık 2016 Perşembe

İnsan beyninin karar mekanizması...




Incognito diye bir kitap okumuştum; aldığımız kararların bir çoğunu aslında geçmişten edindiğimiz genetik kodların bizim yerimize aldığını iddia ediyordu bilimsel deneylere dayanarak. Kadın deneklerin farkında olmadan kendilerine gösterilen erkek deneklerden sadece göz bebeği büyümüş olanları hayvani bir içgüdüyle seçmesi gibi.. Kararları biz mi alıyoruz gerçekten? Ya da bu iddialar yanlış kararların ceremesine katlanamayan bir insanoğlunun suçu içgüdülere atması mı?

29 Aralık 2016 Saat 15:19 yılın sonuna doğru yaklaşıyoruz - yeni kararlar dönemine. Ve ben de koca evrende önemsiz bir birey olarak bir karar aldım. Ne olduğu sizi çok ilgilendirmiyor; ama bilin diye söylüyorum öyle büyümüş göz bebeği vs. değil konu. Aslolan bu kararı 'benim' verdiğim. 2016 dünya üzerinde birçok insanın iç karartıcı haberlerden daralıp kendi hayatı için birşeyler yapmaya karar verdiği bir yıl oldu. Bazıları sigarayı bırakmaya karar verdi, bazıları yogaya başlamaya, bazıları ayrılmaya, bazıları istifa etmeye, bazıları ülkeyi terketmeye, bazıları sınır tanımayan doktorlara katılmaya, bazıları mültecilere battaniye taşımaya, bazıları evlenmeye, bazıları boşanmaya, bazıları çocuk sahibi olmaya vs. vs. Neden-sonuç ilişkisinden ziyade kararlara odaklanmaya çalışalım. Kararlılık! Bu kararları neden hangi şartlar altında neyin etkisinde kalarak verdiğimiz değil, nihayetinde zamansal boyutta o noktada o kararı verdiniz! Hayatımız hakkında verdiğimiz kararları başka olgularla birleştirme zahmetine girmeyelim artık.. Incognito'da iddia edildiği gibi bilinç altımızın kontrolde olduğuna inanmıyorum. Etkisi vardır muhakkak! Hepimiz insanız ve beynimizin nasıl çalıştığını hala tam olarak açıklayamadığımız bir zaman dilimindeyiz. Fakat diyeceğim o ki:

2017'den dileğim, herkes verdiği kararın arkasında dursun!

Sıra dışı bir yeni yıl dileği gibi gelebilir ama benim 2017'den dileğim budur...

Bir de 2017'nin asal bir sayı olması sebebiyle 2016 gibi her bir şeye bölünebilen bir yıldan çok daha iyi geçeceğine inanıyorum...

Mutlu mesut yıllar!

Hil'alem

29 Kasım 2016 Salı

Jim Jarmusch'un kaleminden huzurlu bir insan hikayesi: Paterson



Jim Jarmusch'un yazıp yönettiği Paterson, uzun süredir izlediğim en sağlam filmlerden biri oldu. Vertigo adlı derginin düzenlediği premier akşamında izleme fırsatı bulduğum film sıfır derecede bisiklete binerek gitmek zorunda kalsam da fazlasıyla değermiş! Mutluluğun minicik detaylarda gizlendiğini herkese tekrar kanıtlayan bir senaryo ve Adam Driver'ın mükemmel oyunculuğu ile hayat bulmuş bir karakterin tadının damakta kalması... İzlerken diyorsun ki gerçekten böyle sakin ve huzurlu ve hayata bu kadar güzel bakan insanlar var mı gerçekten? İran kökenli hayal gücü hayli gelişmiş eşiyle Paterson adlı kasabada yaşayan Paterson adlı 'amatör' şair ve otobüs şöförü ve şiir dolu bir hikaye. İzlemeye değer, sakın ola atlamayın! Olur da mutsuzsunuzdur? Mutluluğun çok küçük şeylerde saklı olduğunu tekrar hatırlatacak bir hikayedir...

Bu arada görüntüler de efsane, Jim Jarmusch filmlerinde görüntüleri hiç bu kadar etkileyici bulmamıştım nedendir bilmiyorum... Belki de şiirsel anlatımın etkisi?

Hil'alem

14 Kasım 2016 Pazartesi

Doğal ortamında söylenen şarkılar... Georgian poliphonic heaven!!!



Ezginin en hası enstrümanı az, insan sesi çok ve tok olanı ve doğal ortamında söyleneni... İşte bu üç Gürcü kızımız da doğal ortamlarında inanılmaz bir harmoni yakalayıp, günümüz selfie teknolojisiyle de seslerini dünyaya duyurdular. Youtube ve Facebook'ta videolarını paylaşarak albüm çıkartacak noktaya bile geldi Trio Mandili adlı bu grup. Ama ben onları o topraklı yoldaki çok sesli şölenleriyle hatırlayacağım.



Bir de yine aynı memleketin insanından başka bir ezgi var... Burada da muazzam sesleri ve rahatlıklarıyla müzik şölenini yaratan rakı sofrasındaki Gürcü abiler... Oturuşları duruşları, elleri ve vücutlarıyla seslerine hükmedişleri, ağır ağır, tatlı tatlı çok sesli bu Gürcü ezgisini adeta sevişleri... Bir kaç ay içinde aynı yöreden iki ayrı doğal ortamında söylenen şarkı görünce dayanamadım, herkes dinlesin istedim! Viva la Georgia! Viva la Musica Poliphonica!

6 Kasım 2016 Pazar

Aslolan içlendiren şeylerdir azizim...





Şimdi bir sessizlik lütfen!

Beni içlendiren birşeyler anlatacağım size..

Çünkü içlendirmeyen şey aslında anlatılmaya yahut paylaşılmaya değmez aslında..

Herkesin bir içi var biliyorsunuz.. Oraya dokunmadan dile dökülen şeyler bu hayatın boş lafı..

Güneş her sabah yükseliyor ya mesela? İşte bu beni içlendirebiliyor. Nasıl mı? Yüzünüzü ısıtarak ya da ısıtmayarak - o anda bulunduğunuz ülkeye göre bu skala değişebilir - binaların arasından süzüldüğünde, sanki etnik bir melodi, arkada da iki davul sesi güm güm diye cesaretlenen bir homosafienin ayağa kalkışını tarif eder gibi bir ezgiye karışıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun yeni bir başlangıç anlamına geliyor bu meteorolojik olay. Gecenin bittiği, herşeyin daha net görüldüğü, yanılgıların yanılsamaların azaldığı, korkuların endişelerin tükendiği aydınlık geliyor! Aslında güneşin yükseldiği falan yok biliyorsunuz, biz dönüyoruz! Yani güneş ve içinizi ısıtan umut, yeniden başlama gücü, cesaret vs. hepsi her daim orada! Ama hareket etmeden bunu fark edebilecek noktaya gelemiyoruz.

İşte basit bir meteorolojik olayın, basit bir yüreği içlendirip kabartması gerçeği. Aslında herzaman farketmesek de hayat bizim bakış açımıza göre güzelleşip çirkinleşebiliyor. Aslolan bakış açısı azizim! Aslolan Mozart, aslolan Tony Gatlif, aslolan Wankelmut, aslolan içine dolan müzik! Aslolan senin ezgileri ne kadar anladığın? Aslolan senin gönül gözün! Aslolan çok sesli müziğin damarlarında yol açtığı haz..

Hadi bu kadar içlenmek yeter şimdilik..

hil-alem


2 Haziran 2015 Salı

Darüşşafaka - #OlmasadaOlur... (Kamu Spotu)


İzlediğim en çarpıcı kamuspotlarından...
Ülkenin en ihtiyaç duyduğu türden hareketler bunlar...
Ola ki #OlmasadaOlur dediğiniz birşey varsa, aklınızda bulunsun!
Eğitim #OlmazsaOlmaz...

13 Ocak 2015 Salı

öykü kırıntıları



















Öfke.

Ökfe hakkında düşünüp durdu Glenn. Tüm akşamüstü bisikletinin pedallarına hızlı hızlı basıp, etrafa öfkeyle bakarak, tüm sevenlere öfkeyle bakarak, sonra yaptığı şeyden kendi bile utanıp, kendine öfkelenerek. Gloria...Tüm öfkesinin kaynağı minyon, akıllı, sevgi dolu, zeki kadın Gloria...Eğer biraz daha ilgilenseydi onunla, öfkenin yerini herzamanki sahibi olan sevgi alacaktı biliyordu. Bu düşüncelerle karlı sokakların arasından kilisenin arka tarafındaki Salamander barın önüne kadar gelip, tek bacağını selenin üzerinden atıp, öteki bacağının tarafına yerleştirerek bisikletini parketti.

İçeri girdiğinde her zamankinden farklı sesler duydu. Birkaç çiftin barda birbirine kur yaptığını görünce, içinden tekrar Gloria'ya öfkelendi. Sonra bardaki değişikliğin, iç cephenin koyu mavi rengini bırakıp, çakıl kumu gibi bir griye boyanmış olmasından kaynaklandığını anladı. Değişiklik iyi gelmişti. Belki barın duvarlarının rengi gibi, içindeki düşünceler de değişirdi. Ama Gloria'nın arkadaşlarının geçen hafta Bouwel'da verdiği partiye gelmemiş olmasından duyduğu kırgınlık, geçecek gibi değildi. Halbu ki o Gloria'nın tüm kız arkadaşlarının davetlerine katılır, Gloria'nın onlarla olan iletişimini, aşık olduğu kadının arkadaşlarında bıraktığı izleri izlemeyi sever, bu ona Gloria'yı daha da yakından tanımak gibi gelirdi. Hayatının ara maddesi olmak gibiydi bu. Aksi takdirde neden birlikte olma kararı almışlardı ki? Neden hayatlarına ayrı ayrı devam etmeyi seçmemişlerdi ki?

- Ne o? Yine ne hain planlar yapıyorsun Glenn?
- Hey, Valerie. Peter. Selam. Nasılsınız?
- Napalım, akşam canımız sıkıldı. Bir çıkalım bir şeyler içelim demiştik. Sen?
- Ben de işte üniversitedeki seminerden çıktım. Tüm gün bir İskoçu dinlemekten gına geldi. Bir birayı hakettim diye düşündüm.
-Gloria nerde?

İşte bu soru. Bu soru tüm öfkesini iki kat çalkalayan, midesini kaldıran, boşuna beş kilometre yürümüş gibi hissettiren bu soru...Nerde? Gerçekten nerde? Neden benimle değil ki? Neden hadi gel bir bira içelim aşkım ne dersin? demiyor ki? Sen de Glenn, beklediğin şeye bak! Kız, gelsene hadi bir bira içelim dediğinde gelmiyor, bir de o mu sana önercek!

-Hey Glenn, iyi misin? Gloria'yla iyi misiniz?
-Ay gözüm daldı. İyiyiz tabi canım. Ya tiyatro klübü bir araya geliyormuş da, oraya bir uğrayacağım dedi. Ben de çok yorgundum, sakin sakin bir bira içmek istedim.
-Peki. Biz köşedeyiz, katılmak istersen çekinme.
-Peter daha Brezilya'dan yeni döndü. Siz özleşmişsinizdir, hem ben de biraz yalnız kalmak istiyorum. Şu iskoç çok ağır geldi. İyi eğlenceler.
- Sana da.

Glenn birasını içip biran önce kalkması gerektiğini düşündü. Öyle yaptı da. Barın önünde bisikletine bindikten sonra tekrar o öfke dalgası içini kapladı. Çünkü yapabileceği hiçbir şey yoktu. Evet halinden memnun olabilirdi. Liseden beri görüştüğü arkadaş grubuyla çok iyi ilişkileri vardı. Yıllardır Couch surfing yaptığı için, dünyanın neredeyse her bir ucunda yüzlerce arkadaşı vardı. Yeni terfi almış, yaptığı işi çok seviyordu. Fakat hayatı boyunca, yaşanılan herşeyin iki kişinin bir olduğu ve o birden çoğaldığı bir ilişki olmadıkça, anlamsız olduğunu hissetmişti. Bunun yerini tek alabilecek dolgunluk bir çocuk olabilirdi, ki görünürde kesinlikle bu gibi bir seçenek yoktu. Hele de Gloria'yla..

Korkuyordu. Korkusu da öfkeye dönüşüyordu. Bir elmanın iki yarısı olma işinde düpedüz başarısız oluyordu. Her insanın yarım doğduğuna inanan Glenn, ruhsal anlamda tamamlanamamış olmanın öfkesiyle, turuncudan kahverengiye uzanan bir aura değişimi yaşadı o anda. Öfkesi belli ki gece boyunca devam edecekti. Çünkü sevilmiyordu. Tek istediği ise, Gloria'nın onu deliler gibi sevmesiydi...

O sırada telefonu çaldı.

-Efendim?
-Canıııııım! Sana harika bir haberim var!
-Nerdesin, Salamander'a yakın mısın?
-Hey Glenn, biliyor musun şu an marketin kremşanti rafındayım. Ve seni düşünmeden edemiyorum! Evdeki çileklerle ne yapacağımızı buldum. On dakikaya evdeyim. Sıkı sıkı sar beni olur mu.
-Gloria, bak heyecanlanıyorum. Dışarıda konuşma benle böyle. Biri duyacak farkında mısın ne yaptığının!
-Heveskıran. tamam tamam. Çilekleri milkshake yapar yatar uyuruz. Senle de birşey yapılmıyor.
-Ya aşkım, öyle demek istemedim. Biliyorsun neye kızdığımı. Şimdi etrafında bir duyan olacak, asılacak. Biliyorsun ben baba tarafından Cezayir'liyim. Ne de olsa küçük bir maçoluk geni var içimde işte durduramıyorum. Ama çilekler için sabırsızlanıyorum! Hadi 7 dakikaya evin önünde buluşalım.
- Harika!

Ve birden...tüm öfkesi gitmişti...Nasıl yapıyordu bu kadın bunu bilmiyordu ama, hayatında olduğu için mutluydu aslında...





9 Aralık 2014 Salı

öykü kırıntıları

Kumbara...Üzerinde böcek ilacı yazan teneke bir kumbara getirmişti eve o gün. Yüzündeki çocuk sevinç, altı yedi yaşlarındayken Aykut forması almak için pazarda çalışan o halini hatırlattı bana. ‘Bak ne aldım, buna bozuk paralarımızı atarız olur mu?’ dedi sıcacık bir gülümsemeyle. Güldüğünde gözlerinin kenarındaki kaz ayakları adamın gülüşünü iki kat daha ısıtıyordu. Gülmenin yakıştığı adamlardandı. Televizyonun üzerindeki masif ahşap rafın üzerine koyduk kumbaramızı. Elimize bozuk para geçtikçe de atıyorduk. Hayatımda belki de ilk kez para biriktirmiyordum. Ama bunu birlikte yapmanın tadı bir farklı oluyormuş…O kumbaraya ne mi oldu? Yine çocuklar gibi sevinerek kullandığı mavi çakısıyla açtık birgün. Çakıyı da anlatırım bir gün ama konu şimdi kumbara. Kısa bir sürede güzel para birikmişti. Tabii konserve şeklinde olduğundan bu kumbara tek kullanımlıktı. Şimdi Tarlabaşı’ndaki bakkalımızdan yeni bir böcek ilacı görünümlü kumbara almayı bekliyoruz. Bir de kumbara deyince akla, insanın bilgi dağarcığı gelir hep aklıma. Hani şu satırları bile yazmak için birzamanlar birşeyler yaşayıp, kumbaraya atmıştım ya, işte konserve açacağıyla açıp burda kullandım içindekileri. Kumbara sıcak şey…

27 Kasım 2013 Çarşamba

öykü kırıntıları

Şehrin uzak bir köşesine giden trene atlayıp karikatür okumanın dayanılmaz hafifliğiyle olan bitenden uzaklaşmaya çalışıyordu Gerald. İnsan sesinden olabildiğince uzaklaşmak ve mümkünse bir hayvan sesi duymak. Hani özüne dönmek gibi bir arzuydu bu. Kuzu sesinin peşinden belki de hiç bilmediği bir diyara gidip, sonra mağarasına dönmenin hayallerine dalacaktı binlerce yıl önceki hali. Bunu düşünerek üç istasyonu geçmişti. Tren keşke hiç durmasaydı. Boris Vian kitabındaki ring otobüs hattı gibi, nereye gittiğini bilmeden yola devam etseydi...


18 Temmuz 2013 Perşembe

öykü kırıntıları

Öfkesi kimeydi kadının? Kendisine mi yoksa yaklaşık on gündür doğru dürüst görüşemediği halde herhangi bir mahcubiyet sözcüğü duymadığı sevdiği adama mı? Kafası karışık, öfke ve bezginlikle Karaköy vapuruna binmektense, soğuk bir şeyler içebileceği iskelenin karşısındaki restoranlardan birine oturdu bir hışımla.

Karaköy vapurunun kalkmasını bekleyen kalabalık arasında birden bir arbede çıktığını farketti. Kendi sıkıntılarından uzaklaşmak isteyen birçoğunun yapacağı gibi merakla daha dik oturup ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Fonda eski türk filmlerinin müzikleri çalarken, esnafın durdurmaya çalıştığı bir kavga sürüp gidiyor, kendi dünyasına dönmemek için kadın nedense kavga bitmesin istiyordu. Dalganın seslerine vapurun düdüğü son noktayı koyduğu anda kavga da sona ermiş, kadın masasındaki temiz kül tablasını kirletme kararı almıştı. Bir sigara yaktı.Hatırlamaya çalıştı sonra...

Kendini boşa heyecanlanan, daha doğrusu kendi kendine heyecanlanan aptal bir serçe gibi hissettiği anı hatırlamaya çalıştı. Neden bu kadar coşkulu olmak zorundaydı ki her şey? Neden hiçbir şeyi o kadar da hayranı olduğu Tebrizli Şems sakinliğinde yaşayamıyordu ki! Varsın görüşmesinler bir hafta daha dünyanın sonu mu? Hayır. Eee? Herhalde o serçelikten gelen bir burukluk bu. Ulan özlemişti ve özlenmek istiyordu işte. Çok mu zordu bunu anlamak? Aslında çok basitti her şey. Neyi neden büyütüyorduk ki?

De ja vu'lardan olsa gerek...Özlenmemiş ya da görüşülmeye değecek kadar özlenmemiş olduğu başka vakitler gelip geçti aklından. Bir ihtimal uğruna şehrin bir köşesine gidip de küçük bir sevgi kırıntısı uğruna sırtını çevirdiği koca bir dünyaya rağmen, heyecanı sayesinde bekledikleri aklına gelmiş olacaktı ki, bir 50'lik söyledi kendine. Nihayetinde acıkmıştı. Sevgiye olan açlığın tek bastıramadığı o fiziksel açlığa teslim olmuş, Topkapı Sarayı'na bakarak güzel bir porsiyon hamsi yemenin ve üzerine gereksiz heyecanları uzaklara üfleyeceği bir sigara yakmanın en mantıklı şey olacağını düşündü.

Hala öfkeliydi, çünkü hayat onu mantıklı olmaya zorluyordu. Mantık dediğin ne ki onun yaşadıklarının yanında? Aklının kiri...