29 Aralık 2010 Çarşamba

çocuk umutların kalemtraşı istanbul!


Kurşun kalemle yazılan hikayeler biriktirir insan İstanbul'da;
Bazen karbonun kağıda tutunası gelir, bazen de soluk aldıkça istanbul, yazılar silikleşir. ama istanbul bu bilemez insan; gün gelir kurşundan kalemlerimizi kalemtraş gibi sivriltiverir. Bir de soluk dediğin diyaframdan alınmalı, ciğeri şişirmeden...
midede sindire sindire...

Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Kış Bahçesi, Kadıköy, 29 Aralık 2010
*Fotoğraf-Çengelköy Çınaraltı 2007

26 Aralık 2010 Pazar

Michelangelo...



Bu zamanın kayıp ruhları için dua ediyorum.

Brugge,Bizim Leydi Kilisesi, Mayıs 2010

25 Aralık 2010 Cumartesi

kozalak yandı mı öteye sıçrar.


işte bu kozalak gibi oluveririz bazen...vakit dediğin ahşabımızı eğer, zanaatkar gibi şekle sokar...lakin açar tek tek savunmasız tarafını, tüm yemişlerini çıkınına atıp giderken tırıs tırıs..

bir de yangını vardır ki kızılçamların egeden bilinesi; bir düştü müydü ateş, yanına yöresine değil; taaa 5 efenin koştuğu bir vakitte atıverir kendini öteye..ateşi yayılır anlıyacağın senin..

lakin ben, soğudum...

23 Aralık 2010 Perşembe

Transylvania - beyaz bir ülkede kıpkırmızı bir hikaye...




“Zingarina!
Ver elini de yastık içinden dağılan tüyler gibi hafif hafif koşalım be özgürlük!”

“Şeytan’ın gözü avucumda iken bana bir şey olmaz ey Adem!”

“Olan olmuş zaten ey Havva!”

Henüz tanışmamış olanlar var ise, Tony Gatlif diye bir âdemoğlu yaşar bu yeryüzünde… Kayda değer filmler, müzikler, kalbe değen işler yapar. Filmlerinin nefesi vardır, bazen yüzünüzde, bazen ensenizde bazen de ta aklınızın orta yerinde hissedersiniz..


2006 yılında çekmiş olduğu “Transylvania” adlı uzun metraj filmi, bu gezgin ruhlu dehanın, fikrimce unutulmaz eserlerinin başında gelir. Yollara umut umut düşenlerin, arayışın, terk edişin, yeniden doğuşun, akla karanın, zencefil tadında sıcak şarabın, soğuk balkan topraklarının sıcaklığının, geriye hiç bakmayışın, ama hep geçmişte kalışın hikayesidir Transylvania…

Bir Transilvanya köyünün unutulmuşluğunda başlayan hikayede, kızımız Zingarina (Asia Argento) ve yoldaşı Marie (Amira Casar) kaidenin gerçeklerinden uzaklaşmış kendi gerçeklerine yaklaşmışlardır. Biyolojik kökleri bir Çigan kabileden değil de kaotikliğini içinde yaşayan insanından alan Paris olan Zingarina ve Marie bir adamın izini arar dururlar. Paris’in Çigan orkestralarından birinde müzisyen olan Milan Zingarina’nın içine bir can verip, canını da alıp kaçmıştır. Can büyür canın içinde, akordeonun huzurlu namesinde huzurlu bir ana karnından uzak... onu şu yeryüzüne leylekler değil, ancak kargalar getirebilir. Hırçın çadırların falcı çingenelerine bile değmiştir bu can-in.

Yol ve yolun hikayesi, Romanya’nın o büyülü ezgileriyle ve Tony Gatlif’in besteleriyle seyirciyi tutar yüreğinin köşesinden acıtarak içine alır ne kadar şen olursa olsun. Hele de Fatih Akın’ın filmlerinden tanıdığımız, esrarengiz havası ile yeri ayrı Birol Ünel’ın canlandırdığı pervasız gezgin ama derviş bir antika tüccarı Tchangalo ile karşılaşınca Zingarina, bir çigan eğlencesinin perde arkasında, “gün ola devran döne” der yüreklerimiz ve ezgiye bir damla umut girer. Balkan ezgisi şen oldu mu hiç dayanamam, yaşarır gözlerim. Hele ki bir meyhane sahnesi vardır filmin; acıdan eğlenen kadınların tabak kırışlarına Rusçadan bozma bir dilde fasıl eden solistin makyajı karışır yavaştan. Zingarina raks eder, yol arkadaşı Marie seyre dalar Zingarina’nın o hallerini biyolojisine ters ters. Bu Marie aslında aşıktır kadın haliyle umutsuzca yanından ayrılmadığı Zingarina’ya… seyirci anlasa da… anlamasa da…


Yarattığımız vicdan mı dersiniz, Avrupalının bireyselliği mi; Ayırır yolunu Zingarina dostundan. Birkaç kemancının gece vakti acı acı balkan sokaklarında çalmasıyla ağlar, bir gezginin gece gece kızarttığı köftenin cızırtısıyla açılır, yanına açtığı votkasıyla rahatlarsınız.
Baştan sona içinde yaşayabildiğiniz bu hikayenin en büyük kahramanı, ezgilerin ta kendisidir.
Yürek sıkışır, yavaşlar; Gatlif’in kemanı yavaşlar…Yürek festival olur, çarpar; Gatlif’in şehir palyaçoları bir trompet çalar, Kuştepenin çingeneleri duymaya görsün!

Çigan şehirlerine kar düşer, hikaye devam eder…festival tadında, ağıt tadında, kırmızı başlıklı köylü kızı tadında, bisikletin selesinin bacak arasını tatlı tatlı kaşındırması tadında…Şehirden ırak, sesten ırak, ama içi seslerle dolu bir cenaze şöleni gibi Transylvania. İzleyene ölmüş tarflarını hatırlatan, dinleyenin sönmüş duygularını uyandıran.

Bir gezgin tüccar vardır “Zingarina, Tanrı’nın güzel kulu, ne ararsın bu unutulmuşluğumda hüzün dolu bavulunla?” diyen; bir de Zingarina vardır “Elimi tut Tchangalo, ben öldüm bin kere, sen kimsin de beni öldüreceksin o gezgin yüreğinle” diyemeyen…Romanya’nın karla kaplı topraklarına ateş düşer, ve yürekler eriyerek pişer bu Çigan öyküsünde.

“Bir kuru soğan, bir ekmek; ben yaparım arkadaş! Yeter ki yol alsın götürsün beni içine kata kata” diyenlerin, en az bir kere demiş olanların ve diyeceklerin kaçırmaması gereken bir baş yapıt.

Çok yaşa Tony Gatlif!
Çok yaşa Zingarina!
Hay çok yaşa Tchangalo!

22 Aralık Çarşamba, 23:31
Hilal SARI

20 Aralık 2010 Pazartesi

MEDEA: KAHİN OLMAK KADIN OLAMAMAKTAN ÖTÜRÜ...

Yeni bir oluşum olan Tiyatro BİTEATRAL'in Talimhane sahnesinde Perşembe akşamı oynadığı oyuna; MEDEA'ya ve garip bir alem olan aşkı,  çıldırarak yaşamak zorunda bırakılmışlara ithafen...



Medea'nın intikamını seyretmek...
tüm hınçlardan uzak
ve tüm intikamları idam etmişçesine.
ve kahin olmak; kadın olamamaktan ötürü...

sonsuza kadar dua etse şu insan evladı,
kaç yazar daha yazar medea'nın derdini:
okuyan,yaşadığını anlamayınca?
kalbi közlemişler bi kere güzelinden...
söne de ekmek pişe üstünde yüreklerin!
peeh! aman! ve bre!

Antik Yunan'da - ya da İstanbul'da olsun ne fark eder?- "başkasına tercih edilmişlik" duygusuyla çıldırmış bir kadının hikayesi Medea. Karşı gelip yazıtlara, sevmiş bi Antik Yunan Kazanova'sını zamanında. Ve ne ilginçtir ki mutlu mesud olmuşlar bir süre. Vakit gelmiş; sığ sularda boğulma kararı alan kocası Jason, güçlü kral Kreon'un kızıyla evlenmeye karar vermiş. Aldatılır yani Medea. Terk edilir. İşte burası işin trajedyası- ve iş henüz bitmemiştir. Trajedya hep devam eder.

Başrol oyuncusu Ayşe Lebriz Berkem (Medea) ve Berk Yaygın'ın (Jason/Kral Kreon) oyunculuklarıyla heye-can bulan bu antik masal, seyirciyi kendinden başka bir aleme götüren flütün sesi ve Gizem Erdem ve Damla Ekin Tokel'in canlandırdığı Medea'nın iki hizmetçisi karakterleriyle, mekansal bir sabitlik içinde, duygusal olarak güçlü, düşünsel olarak hareketli bir performans olmayı başararak Taksim'in orta yerinde gerçekleşiyor. Dizginleri duyguya teslim etmiş olanların daha yakından bileceği o şizofren akıl, yani Medea'nın içsesleri bu hizmetçilerdir. Aslında onlar hizmetçi değildir! Medea'nın meddahlarıdır. Medea'ya ayna tutan ama aynada farklılaşan iç hesaplaşma vardır burada. Sergilenen ve ortaya serilen; kalpten yaralanınca, evrende nereye gideceğini şaşıran, "şeylerin düzeni içinde" kendi yerini bilemeyen ve kendisini kendinden kaçıran bir akıldır: "Zavallı Medea"nın aklıdır...

 


Trajedya devam eder;
Medea'nın yaşadığı altından kolay kalkılır bir örselenme değildir. İçine ateş düşer, sesi de hep feryad eder. O ses Talimhane Sahnesine işler.Bana işler ve "cinnet" Medea'yı intikama sürükler...Aldatılan Medea katili olacaktır Kral Kreon'un ve taze prensesinin.

Neden mi? Neden sorusunu günümüz insanından kat kat fazla sormuş olan Antik Yunan insanı da, bugün otobüste ağlarken görmüş olabileceğiniz ve acıyıp da kestane vereceğiniz bir kız gibi tepeden tırnağa duygu yüklü bir varlıktır. Oyunun çağının ötesinde sergilenmiş olması yine düşündürtür insana, lümpen erkek jargonuyla "karı-kız" meselesini -sanki kadın başka bir şey olamaz imiş gibi: "Kardeşim, o değil de, ne olacak bu Adem ile Havva hikayesi? İnsanoğlu ve insankızı hiç değişmez mi?"

Trajedya devam eder...
Medea katil olmayı seçer .Çünkü sönmez sanır o içine düşen ateş...Çünkü sevginin "hakedilmiş" ve "hakedilmemiş" olanının var olabileceği gerçeğini görmez: "Onlar sevilmeyi değil, ölmeyi hakettiler." Kendi  oğullarını kimseler linç etmesin diye kendi elleriyle öldürmek pahasına bir düşünce Medea'nınki o an. Medea'nın hizmetçileriyle bir düşünce savaşına tanık olur sahne.

-Nasıl kıyarsın ey gönül bir gönül için binbir gönlüne?
-Nasıl dayanırsın ey Medea oğullarının ölümüne?
-Kendine gel Medeaaa!!
-Öldür Medea!
-Kaç git Medea!
-Hayır kal Medea...İntikamını al Medea!

Peki ya Jason? (Bu trajedyanın çıkış noktası Jason'u canlandıran Berk Yaygın'ın performansının hatırına tebrik ile açıyoruz ve kapıyoruz bu parantezi :) Kendi dengesizliği ve acizliği içinde mutluluğu yakalamaya çalışan, hırslı erkek profili Jason: karısını ve çocuklarının annesi Medea'yı, tabiri caiz ise yeni bir "bacak arası" için bırakan Jason! Durduk yere dram yaratan Jason! Maymun deyip lanet mi etmeli; insandır deyip hoş mu görmeli? Tarih mi hesap sormalı; Tanrı mı affetmeli? Yoksa Medea sadece seyirci mi? 



Bazen teyit eden, bazen itiraz eden, bazen de seçimi Medea'ya bırakıp sadece düşündüren bu hizmetçi, "iç" sesler yorumu oyunun en güçlü taraflarından. Çünkü bir dostumun dedesinin deyişi ile "Olay kafada bitiyor ise kafada bitireceksin." Engin bir derya olan müziğin, hele de yan flütün, biz seyircileri o güne kadar taşıması ise yönetmence şahane düşünülmüş. Dramda illa ki karakteristik olarak gerekli olsa da, bazen rahatsız edici olabilen  yüksek desibel haykırışlar yer yer önemli mısraları duymayı engelliyor ama olsun; bunlar da acının ve nefretin doğası olsun!

Bana dokundu ve beni etkiledi Medea. Bir mektubun dış sesler tarafından okunmasını seyirciye iletilme biçiminden, kesinlikle rahatsız edici olmayan replik tekrarlarına, modern dansla aynı potada eritilmiş Antik Yunan atmosferinden, Kral Kreon'un daraldığı anlarda astım cihazına muhtaç olmasına kadar epey manidar olayıyla, anlatılması , tadılması ve görülmesi gereken hazinelere sahip bir sergileme olmuş Biteatral'in bu ilk oyunu.

Ölümlü, çalımlı ve alımlı karakterlerle donatılmış bir oyun Medea.

Gidin, görün, yaşamaya çalışın!



Hilal SARI
12 Aralık 2010