18 Temmuz 2013 Perşembe

öykü kırıntıları

Öfkesi kimeydi kadının? Kendisine mi yoksa yaklaşık on gündür doğru dürüst görüşemediği halde herhangi bir mahcubiyet sözcüğü duymadığı sevdiği adama mı? Kafası karışık, öfke ve bezginlikle Karaköy vapuruna binmektense, soğuk bir şeyler içebileceği iskelenin karşısındaki restoranlardan birine oturdu bir hışımla.

Karaköy vapurunun kalkmasını bekleyen kalabalık arasında birden bir arbede çıktığını farketti. Kendi sıkıntılarından uzaklaşmak isteyen birçoğunun yapacağı gibi merakla daha dik oturup ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Fonda eski türk filmlerinin müzikleri çalarken, esnafın durdurmaya çalıştığı bir kavga sürüp gidiyor, kendi dünyasına dönmemek için kadın nedense kavga bitmesin istiyordu. Dalganın seslerine vapurun düdüğü son noktayı koyduğu anda kavga da sona ermiş, kadın masasındaki temiz kül tablasını kirletme kararı almıştı. Bir sigara yaktı.Hatırlamaya çalıştı sonra...

Kendini boşa heyecanlanan, daha doğrusu kendi kendine heyecanlanan aptal bir serçe gibi hissettiği anı hatırlamaya çalıştı. Neden bu kadar coşkulu olmak zorundaydı ki her şey? Neden hiçbir şeyi o kadar da hayranı olduğu Tebrizli Şems sakinliğinde yaşayamıyordu ki! Varsın görüşmesinler bir hafta daha dünyanın sonu mu? Hayır. Eee? Herhalde o serçelikten gelen bir burukluk bu. Ulan özlemişti ve özlenmek istiyordu işte. Çok mu zordu bunu anlamak? Aslında çok basitti her şey. Neyi neden büyütüyorduk ki?

De ja vu'lardan olsa gerek...Özlenmemiş ya da görüşülmeye değecek kadar özlenmemiş olduğu başka vakitler gelip geçti aklından. Bir ihtimal uğruna şehrin bir köşesine gidip de küçük bir sevgi kırıntısı uğruna sırtını çevirdiği koca bir dünyaya rağmen, heyecanı sayesinde bekledikleri aklına gelmiş olacaktı ki, bir 50'lik söyledi kendine. Nihayetinde acıkmıştı. Sevgiye olan açlığın tek bastıramadığı o fiziksel açlığa teslim olmuş, Topkapı Sarayı'na bakarak güzel bir porsiyon hamsi yemenin ve üzerine gereksiz heyecanları uzaklara üfleyeceği bir sigara yakmanın en mantıklı şey olacağını düşündü.

Hala öfkeliydi, çünkü hayat onu mantıklı olmaya zorluyordu. Mantık dediğin ne ki onun yaşadıklarının yanında? Aklının kiri...

15 Temmuz 2013 Pazartesi

öykü kırıntıları



6

Kulağında 78summer çalıyordu Yann Tiersen'den, motor kıyıya yanaşırken. Düşündü genç kız; acaba 78 yılının sıcak bir yaz gününde dünyanın herhangi bir köşesinde aynı şu anda onun hissettiği gibi hisseden bir kız yürümüş müydü yüzünü okşayan rüzgarı hissederek? Berlin'de ya da İstanbul'da ya da Nairobi'de...Beyaz, buğday ya da esmer bir tende, aynı rüzgar, aynı hislerle dans etmiş miydi?

O gün saçları o kadar istediği gibi olmuş ve tam da sevdiği adamın hoşuna giden şekli almıştı ki, saat 13:00te girmesi gereken iş görüşmesinden sonra onu görmek istiyordu. Daha ziyade sadece onun anlayacağını düşündüğü şu 78 yazı ve rüzgar meselesinden konuşmak ve fikrini almak istiyordu gözünün içine bakarak... Dolmuş sırasına geldiğinde 78 summer adlı parça bitmiş ve genç kız bir bestenin insana yaşatabildiklerine hala şaşkın, "Teşvikiye'den geçer mi?" dıye sordu..

2 Temmuz 2013 Salı

#direniştenöykükırıntıları

"Bugünlerde yaşananları unutmamak lazım" diyerek not almaya başlamıştım İstanbul Taksim'de başlayıp tüm Türkiye'ye ve dünyanın bir ucuna kadar etkileri yayılan barışçıl direniş hareketimizin ilk günlerinde. Çünkü göz yaşartan biber gazından ziyade, göz yaşartan insani güzellikler de yaşadık. Bu yazıda da genelde hem kendim ve arkadaşlarımın yaşadıklarına, hem de tanık olduğumuz en saf ve güzel anlara yer vermeyi amaçlıyorum. Hatta Gezi Parkı ile başlayan ve bir halk hareketine dönüşen gösteriler hakkında yazılan binlerce yazıdan biraz daha farklı olsun umuduyla kıssadan hisse tırnak içinde direnişten öykü kırıntıları olarak aktarmaya çalışacağım yaşananları. Dilerim akıllarda ve gönüllerde yer eden yaşananlar, geçmişe dönüp baktığımızda -kayıplarımızı saygıyla anmayı unutmadan - gülümseyerek hatırlayacağımız ve mizahın yücelttiği güzel çiçekten günler olarak kalır.

#direniştenöykükırıntıları1
İstiklal'in her Cuma ve Cumartesi gecesi altında ezildiği kalabalık onbinlerle katlanarak büyümüştü o gün. O kırmızılı kadına polisin o kadar yakından ve zalimce biber gazı sıkması canımızı sıkmıştı arkadaşım! çıktık biz de "artık yeter" demek için. Her zamanki birbirine karışan müzik seslerinden ziyade, kalabalığın "hükümet istifa" sesleri yükseliyordu. Ve ben hayatımda ilk kez biber gazına maruz kalınca yüzüme sürmem gereken Talcid'imsi solüsyon görmüştüm. Her zaman giyim tarzımın bir parçası olan rengarenk şallarımdan şimdi hatırlamadığım bir tanesi, beni o acı gaz kokusundan korumak için siper etmişti kendini. Kalabalığın gürültüsüne rağmen kendi nefesini o şal sayesinde duyabiliyor ve hissedebiliyordum. Kalabalık güruhtan aldığımız bilgiye göre yerinde olan hareket yakın zamanda onlarca yıllık ağaçlarını kesmeye teşebbüs ettikleri Gezi Parkı'na varabilmekti...Ve korumak o canım ağaçları! Ama ilerleyemiyorduk işte gözünü sevdiğim güzel insanların biber gazına karşı fiziksel bir sınırı vardı ve biz İstiklal Caddesi'ni dikey kesen Sadri Alışık sokakta acaba ne yapsak diye bekleşiyorduk. Ara sıra İstiklal Caddesi'ne çıkıp ilerlemeye çalışsak da, ardı arkası kesilmeyen biber gazları, hayatında hiç böyle müdahele görmemiş kalabalığı korkutup geri püskürtüyordu. Bir keresinde öyle bir kaos yaşandı ki insanlar birbirini ezecek diye çok korktuk ve kenara kaçtık. .bu şahit olduğumuz en saf ve en doğal duyguydu; korku! Gök gürültüsünden, gürüldeyen dereden ya da yağan yağmurdan korkan homosafienlerin torunları bizler, biber gazından kaçarken ezilerek ölmekten korkmuştuk... Ne mutlu ki sıcak elinden tutacağım biri vardı. Tutunca elimden sıkı sıkı İsyan Günlerinde Aşk diye içinden geçirmeden edemedim! Çok sürmedi, o içimdeki korku öfke ve güce dönüşmüştü.. Bu yaşanan arbededen bir yarım saat kadar sonra 00:50 sularında öyle bir müdahele oldu ki, kendimizi önümüzü görmeden koşarken ve Cihangir yönünde kaçarken bulduk. Çünkü ne gaz maskemiz ne de kaskımız vardı! Düşenler, istifrar edenler, ağlayanlar, limonunu talcidli solüsyonunu paylaşanlar...Biz, tek silahı sesi ve düşüncesi olan barışçıl direnişçiler, geceyi arkadaşlarımızın ve Darüşşafakalı bir ağabeyimizin çalıştığı Anka Film'de geçirdik. Kendi ülkemizde terörist muamelesi görmüş ve anlam verememiştik. Ofiste sabaha kadar olayları tıkılı kaldığımız dört duvar arasından takip etmeye çalışırken, toplantılar için kullanılan beyaz tahtaya bugün hala silmedikleri sloganları yazdık Anka Film'de. SIK BAKALIM, SIK BAKALIM, BİBER GAZI SIK BAKALIM, KASKINI ÇIKART, COPUNU BIRAK, DELİKANLI KİM BAKALIM... Kendi ülkemizde, daha kötüye değil de daha iyiye gitmesini dilediğimiz kendi ülkemizde, kaçak ve azılı suçlular gibi tahta masaların üzerinde ertesi gün de tekrarlanan bu hikaye sebebiyle iki uzun gece geçirdik...halbuki tek istediğimiz faşizmden demokrasiye geçmekti! ve ağaçlar... ve özgürlüğümüz...
#direniştenöykükırıntıları 2
Taksici kadının direnişçi olup olmadığını tam anlamadığından herhangi bir yorum yapmadan önce tedirgindi. Dikiz aynasındaki küçük duadan anlaşıldığı üzere inançlı biriydi ve yemeği evde karısı ve çocuklarıyla yemek için acele ediyordu. Sonra kadının "abi güzel oldu be, herkes binbir türlü insan hep birlikte...öyle güzel ki bir görsen..." demesiyle içi ferahladı. "iyi oldu tabii hanımefendi, yediler bitirdiler ülkeyi" dedi. Sonra bas konuş telsiz olarak kullandıkları eski model telefonunun küçük hoperlöründen coşkulu bir ses geldi. "Arkadaşlar ben paydos ediyorum, Taksim'e direnişe gidiyorum! Taksim'e direnmeye gidiyorum haberiniz ola!" Taksici ve kadın gülüştüler ve kadın içten bir "Helal olsun ya abime" dedi. Taksici bu övgüyü arkadaşının duymasını istemiş olacak ki, bas konuş düğmesine basıp "abi bak müşterim sana birşey diyor" diyerek telefonu kadına uzattı. Kadın "Helal olsun abim ya! Helal sana!" dedi tekrar...
#direniştenöykükırıntıları 3
Barikatlar kurulduktan hemen ertesi gün, meydan şenlikli insanlarla dolmuş, o ruhunu yitirmiş haliyle hatırladığımız AKM binasına kocaman bir "BOYUN EĞME!" pankartı asılmıştı. Gerçekleri aktarmayan medyanın yayın araçları devrilmiş, fakat mizahi bir vicdanla patlama tehlikesine karşı, araçların üzerine, "araçtan uzak dur" yazılmıştı. Birbirlerini en öndeki kısa boylu arkadaşın elinde tuttuğu sopanın üzerine yerleştirdiği şapka sayesinde kaybetmeyen grup Gezi Park'ın içindeki panayır havasını almak ve günlerin verdiği yorgunluğu Elmadağ'daki evlerinde sonlandırmak için parkın derinliklerine doğru yürüyorlardı. Sivil inisiyatifin kurduğu minik yiyecek standlarını görünce aç olduklarını hatırladılar. Genç kız standa yaklaştı ve ne yiyebileceğine baktı. Bunu farkeden gönüllü bir sandviç uzatarak "sandviç ister misin" diye sordu. Kız ise verdiği cevaptan - daha doğrusu yönelttiği saçma sorudan- tam olarak yarım saat boyunca utandı; "Sandviç neyli?" Adam gülümseyerek ve küçümseyerek baktı kıza. Halbuki kızın niyeti, eğer içinde yiyemeyeceği bir şey var ise ziyan olmamasını sağlamaktı. Ama herhangi bir açıklama yapmadan, sandviçi alıp teşekkür ederek ve utanarak uzaklaştı...
#direniştenöykükırıntıları 4
Hala yerleşik düzene geçmediğimiz ve 12 çadırlı Darüşşafaka Gezi Köyünü kurmadığımız günlerdi. Yani direnişin 4.-5. günleri...Meydanda küçük bir grup arkadaş her zamanki buluşma noktamız olan ters dönmüş polis aracının orada buluşmuştuk. Üzerinde "Holosko artı bir miktar para verelim hükümeti bırakın" yazan pankartı görmüş ama futbol terminolojim sıfıra yakın olduğundan pankarta anlam verememiştim. Grubun gülüşmelerinden uzaklaşıp Holosko'nun çok değerli bir oyuncu olduğunu bilmediğimden arkadaşa sordum "Holosko ne abi?" kim de değil, ne! Futbol taraftarının mizah dolu direnişinin ayrı bir hava kattığı gezi günlerinin "Çare Drogba" "Fenerliyim ama yükselenim Çarşı" gibi birbirinden akıl küpü tümceleriyle geçen bu direniş gününde birden anlamadığımız bir şekilde meydana gaz kokusu gelmeye başladı.Beşiktaş'ta çatışmaların devam ettiğini duyuyor ama kokunun ta Gezi Parkı'na kadar gelmesine akıl sır erdiremiyorduk. Fiziksel sınırlarımızı zorlasak da meydandan uzaklaşmamız gerektiğini anladığımızda gözlerimi açamıyordum. Düşünsenize, yürümem gerekiyor ama gözlerimi açamıyorum. Tanımadığım birinin limonuna uzatıyorum elimi. Tüm güleryüzüyle- o gazda ne kadar gülebilirseniz - paylaşıyor benimle limonunu. Sonra Erhan çantamdan tut diyor. Ve ben tüm İstiklal'i, Galatasaray Lisesi'nden önce hemen sağda Balo Sokak'ta yer alan Barakabar'a varana kadar, görme engelli arkadaşlarımıza yaptığım empatinin tavan yaptığı bir 20 dakikada geçiyorum Erhan'ın çantasından tutuna tutuna...Astımı olan Sevinç ve nişanlısı Özhan iyi ki vaktinde ayrılmışlar ve metroya kapanmadan binmişler diye şükrederken, yerde baygın bir kız görüyoruz. Gazdan fenalaşmış ve ambulans bekleniyor...Elinde silahı olmayan, profesyonel koruyucu malzemeleri olmayan, sade ve sadece bir kol çantası olan genç bir kadın, Taksim Meydanı'nda fiziksel bir şiddete maruz kalıyor her birimiz gibi.
Orantısız güç bir kadının soluğunu kesiyor dakikalarca. Boynunu sıkan ayyaş koca gibi, orantısız zekası ile barışçıl direnişçilere acı çektiriliyor...Haftalarca...
----------
to be continued...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

August Rush, müziği sadece dinleyenlerin duyabildiği bir film...

Dinleyin...
Duyabiliyor musunuz?
Müziği...
Ben her yerde duyabiliyorum
Rüzgarda...
Havada...
Işıkta...
Müzik her tarafta!
Tek yapmanız gereken ona açık olmak...
Tek yapmanız gereken dinlemek...

Görüntülerdeki ışık huzmelerine bu sözler eşlik ediyor 2007 yapımı August Rush'ın ilk saniyelerinde. Kulağını bütün güzelliklere kapatmışları bile dinletecek bir çocuk sesiyle "Dinleyin" diyor August Rush. Kirsten Sheridan tarafından yönetilen August Rusg (Kalbini Dinle) müziği yemekten daha çok sevenler için, izlemeden ölünmeyecekler listemizde artık.

Müziğe bir peri masalına inanır gibi inanan ve bir müzik dehası olduğunun farkında bile olmayan Evan Taylor'un (Freddie Highmore)dolunaya bakarak anne ve babasını müzikle bulacağını düşünürken kendini bulduğu bir yolculuk August Rush. New York çocuk esirgeme kurumunda başlayan ve müziği duymasına engel bir dolu etkene rağmen gamzeli bir gülümsemeye şahit olduğumuz Evan Taylor'un hikayesi, sadece doğayı ve yaşamı dinleyerek izleyiciye her hün yanından geçip de farkına varamadığımız armoniyi hatırlatıyor. . Björk'ün oynadığı müzikal film Karanlık'ta Dans'ı izleyenleriniz var ise, bana yer yer onu anımsattı. Sokakta yürürken tamamen görmezden geldiğimiz seslerin bazen birilerinin hayatındaki en değerli varlıklar olduğunu söyleyen, lirik bir hikaye olmuş August Rush. Hem çelloyu, hem gitarı hem de sokağın kendisini birlikte müzik yaparken izleyebileceğimiz, müziğin tek umut olduğu güzel bir hikaye...

Elektrik tellerine bakarken içinden bir ses geçtiğini duyana kadar dinlemek vardı filmde. Naif bir çocuğun müziği duymak için elektrik tellerine uzun uzun baktığı bir sahne. Sanki yeryüzü ahşap bir gitar, elektrik telleri de gitarın telleri...Müziğin kaynağının ne olduğu sorusuna, "sadece bazılarımız mı onu duyabiliyor?" sorusuna, sokak çocuklarına müzik yaptırarak geçinen Wizzard karakterinin (Robbin Williams) çok iyi bir cevabı vardı.

-Sadece bazılarımız duymak için dinliyor evlat!

İşte August Rush dinlemeyi sevenler için müzikli bir şölen olmuş. Oscar'a müzikleriyle aday olmuş, genç oyuncu Freddie Highmore'un harika performansı ile daha da şen hale gelmiş, Robbin Wiiliams ile hayat bulan Wizzard'ın müziğe aşık ama hayata tutunmaya çalışan bir çıkarcı karakter arasında gidip geldiği ve gitarın en güzel kullanıldığı ve bittikten sonra mutluluktan en az yarım saat sessiz kalmak isteyeceğiniz August Rush müzikli bir şölen...Afiyetle izleyiniz.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri 2013

Hıdırellez halkların ve karakterlerin bahar bayramıdır!
Hıdırellez şehir insanının kendini bulduğu, içindeki çingeneye kavuştuğu gündür!
Hıdırellez güzel insanların günüdür! 
Ahırkapı'da baharın, renkli fularlarla 9-8lik ritmlerde oynadığı gündür!
Zurnanın kulaklara üflediği, bahşişin romanın cebine gülümsemeyle girdiği gündür!
Her sene olduğu gibi, bu sene de 5 Mayıs Ahırkapı Hıdırellez kutlamalarını iple çekiyordu İstanbul'un kızanları. Parkorman'da kapital mevzuların hiç etmeye çalıştığı orijinal Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri her şeye inat rengarenk, capcanlı ve şanına yakışır geçti.

Ahırkapı mahalle halkı, Ahırkapı Güzelleştirme Derneği, Kumbara Sanat Atölyesi, Toplumsal Dayanışma Derneği ve Ahırkapı Roman Orkestrası katkılarıyla organize edilen şenliğin asıl amacı Tarlabaşı gibi, Sulukule gibi, Balat ve Süleymaniye gibi "kentsel dönüşüm" adı altında zorlanan yerli halkın varını yoğunu turizm dünyasına satmak zorunda kalan mahalleliye bir nebze destek olmak ve tabii ki  Roman müzisyenlerin şen müziğiyle gönlümüzce oynayıp kurtlarımızı dökmekti.

Ayasofya karşısında sabırsızca bekleyen yüzlerce şenlikçiyle birlikte, Ahırkapı'daki esnaflar gibi biz de hazırlıklarımızı yapmıştık.En renkli etekler, şalvarlar giyilmiş, renkli gözlükler takılmış, kız-erkek farketmez saçlara en çiçekli fularlar bağlanmıştı. Saat beş sularında alana gelen Roman Orkestrasının 9-8lik ritmleriyle start alan kalp atışlarımız hava kararana kadar bir nebze yavaşlamadı. Ayasofya'dan Ahırkapı'ya inen yokuşlarda, orkestra eşliğinde dans ederek yürüyen renkli kalabalık İstanbul'un en cümbüşlü ve en karakter dolu geçit töreni oldu. Roman müzisyenlerin yaptıkları müziğe canlarını ve tüm enerjilerini katıyor olmaları ise Ahırkapı Hıdırellez Şenlikleri'nin katalizörüydü.
Ahırkapı Big Gang

Ahırkapı Big Gang adına layık gördüğüm şenlik tayfamız Keresteci Hakkı Sokağın başında bir köşeye konuşlandı. Bu noktanın jeopolitik önemi sayesinde - şenlik alanında gezmek isteyen herkesin geçmek zorunda olduğu bir köşeydi - her müzisyenin cümbüşüne nail olduk. Roman havası çaldı mı yerinde duramayan bu grubumuzun Edirneli mensupları zurnayı kulağına üfletip, bahşişini de eksik bırakmadı. Adettendir Hıdırellez dileklerin de günüdür. Arzular çaputlara söylenir, ağaç dallarına bağlanır, gül dibine gömülür. Fakat bizim tek dileğimiz eğlenmekmiş ki dilekler dilemeyi unuttuk... Hava kararmaya başladığında yavaş yavaş bünyedeki Şirince şarabı ve arpa suyu sayesinde yorgunluğumuzu çıkınımıza atıp Sultanahmet'in yolunu tuttuk. İçimizdeki çingeneye kavuştuğumuz bu cümbüşlü günü unutmamak üzere aklımızda şenlikten güzel anlar, hafıza kartlarımızda yüzlerce fotoğraf, normal hayatlarımıza döndük; baharı Ahırkapı'da layıkıyla kutlamanın verdiği gurur ve yüzlerde şen gülümseyişlerle...

25 Nisan 2013 Perşembe

La délicatesse, tekrar sevebilmeye dair incelikli renkler...


La Delicatesse | sinemalar.com

Aylar önce Audrey Tautou'nun bir röportajında haberdar olduğum La délicatesse'i - Türkçe'ye her zamanki gibi alakasız çevirilmiş ismi ile Aşkın Renkleri'ni - ancak izlemeye fırsat bulabildim. David Foenkinos tarafından kaleme alınan ve Fransa'da en çok satılan romanlardan biri olan bu hikaye, yine Foenkinos'un kendisi ve kardeşi Stéphane Foenkinos tarafından beyaz perdeye alınmış. Yönetmenlerin ilk filmi olmasına rağmen başarılı bir yapım olmuş. Romantik komedi deyip geçmenin ayıp olduğunu düşündüğüm filmdeki karakterlere can veren Audrey Tautou ve François Damiens normal bir hikayenin normların dışında iki kahramanı gibiler. Hem çok gerçekçi, hem de aykırı bir incelikle yazılmış senaryo bu güzel yapımın kalbi olmuş.

Başarılı bir iş hayatı ve mutlu bir evliliği olan Nathalie eşini bir kazada kaybetmesinin ardından kendini işine gömer ve bireysel kültürün çarpan yalnızlığında, yasını ayakta tutmaya çalışır - ta ki üç yıl sonra sıradan bir iş gününde odasına gelen İsveç'li çalışanı Markus'u aklının karmaşasından çıkamayıp, birden öpene kadar. Güzel ve başarılı bir kadın figürünün hiç de etkileyici olmayan, sıradan ve isminin bile herkes tarafından bilinmediği bir çalışanına ilgi gösterdiği hikayede, filmin adında da yer alan "incelik" Markus'un Nathalie'ye olan tavırlarında yatıyor. Markus, İsveç'lten Fransa'ya gelmiş, soğuk bir ülkenin Fransa'daki sıcak uzantısı, sıradan bir adam. Hoşlandığı kadına "Saçların çok güzel, saçlarında tatile çıkabilirim" dediğinde incelik neymiş onu görüyor seyirci. Onca izlenmiş film ve okunmuş kitaba rağmen, bu ve bunun gibi "incelikle" dokunmuş bir çok metinle karşılaşmış olmak, filmin en güzel yanı. Nathalie'nin yas tutan bir kadından, tekrar sevebilen bir kadına dönüşümünü izlediğimiz süreçse, Audrey Tautou'nın oyunculuğu ile tekrar sevmemeye ant içmiş kadınlara pusula olacak kıvamda.


La Délicatesse'in bir çok eleştirisinde filmin isminin "Amelie" gibi bir filmde 21.yüzyılın incelikler dünyasının zarif prensesi olarak tanıdığımız Audrey Tautou'nun kendi zarafetine yorumlanmasını yanlış demeyelim de, eksik buluyorum. Çünkü aynı zamanda Fransa'nın en ünlü komedyenlerinden biri olan François Damiens'ın canlandırdığı karakter Markus, filmde altı çizilen inceliğin ta kendisi. Günlük yaşamdaki inceliklerin eziklik olarak yorumlandığı bir yüzyılda, özellikle kafasını kötü adamlardan iyi adamlara çevirmekte zorlanan kadının nüfusunun gittikçe arttığı bir dönemde, Markus ve Nathalie'nin hikayesi izlemeye ve oturup etraflıca bir değerlendirmeye değer... Filmin en güçlü göndermelerinden bir diğeri de, güzel kadının çirkin erkekle olmasını kaldıramayan topluma yapılmış. Birliktelikleri ön yargılardan boğulmuş topluma göre garip ve anlaşılmaz! İncelik'ten anlamayan günümüz insanlarına ithaf edilesi bir film olmuş, bir kadeh şarap, iki tutam da peynirle birlikte tavsiye ediyoruz.

23 Ekim 2012 Salı

filmekimi'nden akılda kalanlar

Bu sene filmekimi'nden tadı damağımızda kalanlar;

 W.E. - Madonna ; "heyt be Madonna da film yaparmış, istemiş olmuş - Zoraki İngiltere Kralı'nın kaçan abisi aslında çok aşıkmış, tahtı falan ondan bırakmış"

Düşler Diyarı - Benh Zeitlin ; "ve şehir olmasaydı? ve düzen bu düzen olmasaydı"

Anton Corbijn ile İçli Dışlı - Klaartje Quirijns "fotoğrafçılar yalnız adamlar"

Acı - Kim Ki-duk "... ne?! #@é/%?!!!! hayıııııır!!!......"

Başka Bir Kadın - Sylvie Testud "ve düzen bu düzen olmasaydı. düzen bizi yemeseydi"

Killer Joe - William Friedkin "yeryüzünde sapık insanlar da var, sapkın ruhlar da. bi de beş para etmezler"
bu filmin fragmanı içerdiği manyak karakterlere rağmen :) bu entry'ye girmeye hak kazanamadı...

New York Gypsy Allstars - jazzgır çingeneler

"Müziğe vakit ayır şehir insanı!"

diye kendi kendime bağırmak istediğim bir dönemdi ki, yavaştan konserlerin sayısı arttı ve bir arkadaşın da davetiyle geçtiğimiz hafta uzun bir iş gününden sonra New York Gypsy Allstars konserine gittim. Daha önce hiç dinlemediğim bu multi-kültürel grup, temelde Balkan müziği yapıyor olsa da, her bir grup üyesinin almış olduğu farklı disiplindeki müzik eğitimleri soundlarını Balkan'dan almış, kıtalar arası bir seyehate dönüştürmüş. Bir makedon klarnet, bir yunan bas, bir türk kanun, bir türk perküsyoncu ve bir brooklyn'li klavye NewYork'ta bir araya gelmiş ve dünyanın köşesinde bucağında yeni albümleri "Romantech" için lansman konserleri veriyorlar. Romantech parantez içinde olsun, jazz'dan funk'a, bollywood'dan hollywood'a, karadenizden balkanlara her telden duyabileceğimiz bir müzik yapıyorlar. 

(soldan sağa)
bas - Panagiotis Andreou
perküsyon - Engin Günaydın
klarnet - İsmail Lumanovski
klavye - Jason Lindner
kanun - Tamer Pınarbaşı



İstanbul'da Hayal Bistro'da gerçekleşen konserde, ne yalan diyeyim biraz daha 9-8lik ritimleri ağır basacak bir konser olduğunu düşünerek gitmiştik. Fakat klarnet ve basın ön planda olduğu müziklerinde daha çok müzik eğitimlerinin ağırlığı notaların arasına efendiliğiyle karıştığı belli, haklı ve efsane bir jazz-orient füzyon dinledik. Ünlü klarnetçilerimizle de bir çok kez sahne almış olan makedon İsmail Lumanovski, konser mekanında bulunan Serkan Çağrı ile de güzelinden bir klarnet düeti ile - Mozart'ın zamanında "insan sesine en yakın enstrüman" dediği klarnetleriyle iyi bir müzik ziyafeti çektirdiler dinleyicilere. Bas deseniz, hayatımda gördüğüm en kendini vererek çalan basçılardan biriydi. Panagiotis Andreou hem dinlemesi hem izlemesi keyifli bir müzisyen. Kanun ise çıplak elle çalıyor kanunu...Her parçalarında ağır bir roman etkisi olsa da, bazen Hindistan bazen de Brooklyn etkisi bastı salonu. Müzikleri seyahat eden ve dünyanın en iyi konservatuarlarında eğitimlerini alıp, olgun bir halde müzik yapan bu arkadaşları, dinlemeden ve izlemeden geçmeyin derim. Yakında Aksanat'da tekrar dinleyicileri ile buluşacaklarmış, bizden söylemesi. Albümlerini ve özellikle de canlı performanslarını dinleyiniz, tavsiye ederiz. 

New York Gypsy All Stars performs EZ-Pass

daha yakından tanımak isteyenlere kendi ağızlarından NY Gypsy Allstars,
New York Gypsy All Stars - Crosswinds @ Babylon

4 Eylül 2012 Salı

Sziget Müzik Festivali 2012 - biz yine oradaydık

Geçtiğimiz sene hayatımıza anlam katan Sziget Müzik Festivali bu sene de seyahat programımızdaydı. Kim kim miydik? Soldan sağa: Gürsel, Engin, Hil'alem, Gözde ve Barış... Bol bol da Hollandalı!


Bu sene 20.si gerçekleştirilen festival 8 Ağustos -12 Ağustos tarihleri arasında yine her zamanki Obudabi adasında, Tuna nehrinin üzerinde, Buda ile Peşte'nin tam ortasında, aslında çok da uzak değil, uçakla 2 saatlik mesafe ötemizde Budapeşte'deydi. Macaristan'ın yaşanası başkenti Budapeşte'de her yıl 400.000 kadar ziyaretçi alan ve Avrupa'nın en iyi festivallerinden biri olarak kabul edilen Sziget, etkinlik yönetimi açısından geçtiğimiz senelere göre biraz darbe almıştı ama en büyük sponsorlarından birini kaybetmesine rağmen, çok daha az bir bütçeyle yine yaşanası bir festival oldu.

Öncesinde şehrin tadını çıkarmak isteyenler için geniş bir yelpazede hostel, apart ve otele sahip şehirde biz - biraz keyfimize düşkünlükten, biraz da bir hafta çadırda uyuyacak olmanın verdiği korkuyla, ilk iki günümüzü Akacfa Apartments'ta geçirdik. Çok büyük bir şehir olmamasına rağmen demir yolları ve metrolarla sarmalanmış Budapeşte'de hosteldan şehre ulaşım en fazla 10 dakika sürüyordu. Bunu fırsat bilip, Dub step gençliğine katıldığımız Corvin Tötö'ye, şehirden azcık uzaklaşıp Obudabi gibi bir ada olan Margit Hid üzerindeki Holdudvar'a, Eski ve iç avlusu olan bir binanın Doni Darko hayalleri misali süslendiği Instant'a ve ispanyol merdivenlerinin Budapeşte versiyonu olan Gödör'e gittik bu iki gün içinde. Turist olarak gezmeyi hiç sevmeyen bu dörtlü gulaş bile yemedi. Amaç sıradan vatandaşların takıldığı mekanlara takılmaktı, gerçekleştirdik. Bunun gururunu yaşıyoruz :)

Sonrasında her bir dilde hoşgeldin yazan demir köprüden geçerek adamıza adım attık. (Day -2) Haftalık konser planlarımızı yapmak için ingilizce festival magazini ara dururken, bir süre sonra farkettik ki bu sene herşey Macarca! Geçen seneden çadır komşumuz bizi Janis Joplin caddesinin köşesinde güleryüzüyle karşıladı ve arşınladık adayı. Ama baya arşınladık. En yakın kahve noktasının on dakika mesafede olduğu sakin bir köşe seçtik bu sene çadırlarımız için. İyi mi ettik, kötü mü ettik diye düşünüp, kalabalıklarda olmanın her zaman daha iyi olduğuna kanaat ettik. Seneye o kadar arşınlamıyoruz! :)  
"Line-up 20. yıla yakışan bir line-up değildi" sızlanmalarına rağmen, biz ve hollandalılardan oluşan mahallemiz isabetli ve eğlenceli seçimler yaparak belki de festivalde hiç kimsenin eğlenmediği kadar eğlendik! Day -2 ve Day -1 gündüz çadırların ortasındaki ortak alanda chill-out modunda, öğleden sonraları frizbi oynamacalar ve süpermarkete gidip festival ortamında fast food'dan ölmemek için alışveriş yapmalarla geçti. 1. gün ise festivalin bizler için doruk noktası oldu diyebilirim. OTP Bank Dünya Müzikleri Sahnesinde önce Amsterdam Klezmer Band ile binlerce hayran tozu dumana kattık, sonrasında ise Che Sudaka ile mükemmel bir bayırda dünyanın farklı ülkelerinden gelen bu müzisyenlerin ritmi ile zıplamaktan bir hal olduk. Che! Su! Da! Ka! diye bağırmamızın en önemli sebebi, hayatımızda enerjisi bu kadar yüksek bir performans görmemiş olmamız, ve kalabalık kadromuzun sinerjisiydi! 

Ana sahnede de iyi isimler olmasına rağmen, ruhumuza modumuza uygun olan dünya sahnesiydi. Doğal bir sahneydi herşeyden öte! İnsanları, coğrafyası (sahnenin vadi gibi bir noktada olduğunu ve izleyenlerin sahnenin karşısındaki bayırda çayır çimen yayıldığını düşünün :) ) Emir Kusturica - No Smoking Orchestra ve Goran Bregovic & Wedding n Funeral Band da yine bu sahnedeydi. Daha ne olsun? Dünyalar bizim. Her birinde ayrı ayrı göbek attık, millerce uzakta kendimize yakınlaştık her bir konserde.
Dünya Müzikleri Sahnesi'ne çok yakın konumlanmış Roma Stage'in ise ayrı bir yeri var yine listelerimizde. Günün şarkısı blogunda paylaştığım ve  ilk defa  yaklaşık altı ay önce Radyo Pangea'dan duyduğum Polonyalı çingene grup Caci Vorba'nın line up'ta olduğunu duyunca çocuklar gibi sevindim. Koşa koşa gittim melankolik çingene hallerine. Ses rengi ile balkan müziğine ayrı bir tat katan vokalin hem kemençe, hem keman çalması bir de sesi ile dağları delmesi, unutulacak gibi değil. İsmini bilmediğimiz çingene ruhlu dostlarla dans ettik. Roma çadırında. Nereden geldiğini bilmediğimiz havvalarla, ademlerle şarkılar söyledik. Sziget'in çingene çadırı ayrı bir dünya... Trakya düğünlerinden fırlamış şoparlar gibi 9-8 lik balkan ritimlerinde dağıtırken "dünya küçük" dediğimiz bir olaysa çok sevgili Babylon'un yönetiminden arkadaşlarla karşılaşmamız oldu. Dünya küçük gerçekten yahu!

Gelelim ana sahneye... Festivalin en büyük isimlerinin bulunduğu ve main stream festival ziyaretçisinin mekanı olan ana sahnede kaçırmayı göze alamayacağım 3 isim vardı. Jazz'ın yükselen sesi, İstanbul'u da jazz festivalinde bir konseri ile şenlendirmiş Caro Emerald (e bu kadar Hollandalı'ya ancak bir Hollandalı), şimdinin ve geleceğin en iyi erkek vokallerinden biri olduğunu düşündüğüm İtalyan-İrlanda karmaşık geçmişli, bir de üstüne Londra'da büyümüşlüğün aksanına sahip Paolo Nutini, ve efsane Mando Diao. Evet birçoklarına göre çok daha fazla isim vardı dünyaca tanınmış ve kaliteli müzik yapan. Killers vardı, Hurts vardı, Placebo vardı, Snoop dog ve LMFAO vardı.


Caro Emerald, albüm kayıtlarındaki kadar berrak sesiyle ve başarılı jazz parçalarıyla eğlendirdi seyirciyi. İstanbul'da konserin yarısında topukluları çıkaran Caro, Sziget'te hiç ayakkabı giymemişti. Paolo Nutini ise dinlemenin yanında şarkılara kendisini nasıl verdiğini görebilmeniz için kesinlikle yakından izlenmesi gereken bir vokal. Rock n roll, country, pop, jazz her türe yatkın bu çocuk, zamanında rock n coke'da hakettiği ilgiyi görmemişti. Neyseki Sziget var diyorum. Bazı isimler hakettikleri yerdeydi. Mando Diao ise efsane bir performans sergiledi. I wanna dance with somebody performanslarını unutamıyorum. Binlercemiz eşlik ettik. Dans etmek istedik. Tekrar tekrar bise çağırdık Mando Diao'yu.

Ve "canım ot çekti - yo yo whats up broo" gibi manasız sözler sarfeden Snoop Dog gibi sığ bir showman'e karşın (manasız da gerek bazen tamam, onda da eğlendik mi eğlendik, LMFAO'da wiggle wiggle wiggle dedik mi dedik)  Mando Diao konser bitiminde şu sözleri söyleyerek gönlümü fethetti. "Bu akşam her ne kadar sarhoş olursanız olun, hangi kızla yatarsanız yatın, ama bir dakika durun ve Suriye'de hayatını kaybeden kardeşlerinizi düşünün! Onlar için dua edin!" Morrisay'in vejeteryanlıkla ilgili videosu geldi aklıma. Harbiye'de vejeteryan olmayı düşündüğüm o an geldi aklıma. Sonra da hala prensipleri olan ve aklını yitirmemiş, dünyaya ve insanlığa önem veren, fark yaratabileceğinin farkında olan sanatçıların var olmasına seviniyor olmam..

Bu kadar seçeneğin arasında, bir hafta boyunca keyifli vakit geçirmek istediğiniz bir festivalde öncelik sıralaması yapamazsanız yandınız! Ayrıca bünyeye günde 2-3 çeşit müzikten fazlasını alırsanız, şarapla birayı karıştırmak gibi. sonra da komposto içmek üstüne. Müzikal yolunuzu çizmek gerek böyle programlarda, yoksa kaybolur, hiç bir şeyden keyif alamazsınız. Sırf müzik eleştirmenliği sıfatıyla gidiyorsanız ayrı konu, fakat yılın 14 günü için kiraladığımız hayatlarımızdan azıcık uzaklaşmışken, takmadık böyle şeyleri biz. Keyfimize baktık. Ünlü diye her isme yetişmeye çalışmadık. Kısmet bir dahakine dedik :) Bu bir tercihti, bundan da pişman değiliz.

Bir de her zaman bahsetmeden geçmediğim Civil Sziget ve outdoor etkinlikleri konusuna gelirsek, Hungarian Rocking Horse ve rocking sofa'lar ana sahneye konumlandırılmış en büyük ve eğlenceli oyuncaklardı. Yine evlilik çadırından, dev satranç tahtasına, gay haklarından kilisesine, ücretsiz reiki hizmetlerinden, isteyenin o tarihlerde ekranlarda yer alan olimpiyat oyunlarını izleyebileceği sport arenalara, çadırda yatmaktan sırtı tutulmuşlara masaj hizmetinden, dünya mutfaklarından yüzlerce seçeneğe, Sziget'e sırf müzik için değil, keyif için gelenlere yine çok geniş bir yelpazede seçenek sunulmuştu. Hollanda ve Türkler karması olarak Fransızlara karşı oluşturduğumuz beachvolley takımımızsa 5 set süren maçta 3-2 yenildi. Hollandalılar yenilince biz de yenilmiş sayıldık anlayacağınız :)



Sziget'in 20. yılı belki beklenildiği kadar şaşalı geçmedi. Fakat bize yetti. Şehrin keşmekeşinden kaçıp, istediğimiz keşmekeşin içine girdik. 2 saat uzaklıkta ama 2 ışık yılı farkla zıpladık çimenlerde. Şehrin ünlü sıcak spa'larında keyfimizi de yaptık. Ve hatta bungee jumping de yaptık! Aklımızda hafta boyunca yuttuğumuz toz bulutundan başka hiç birşey kalmadı. Her sene gidesimiz var. Seneye belki Balaton diyerek ayrıldık adadan ağır kamp çantalarımız ve çadırlarımızla...HEV trenimize, 3 numaralı mavi metroya ardından da havaalanı otobüsüne adım başı yapılan kontrol noktalarında city pass bilekliklerimizi göstererek binip, havaalanındaki tur turistlerinden uzak durarak online check-inimizi yapıp son HUF'larımızı harcadık... Seneye yine oradayız. (Belli de olmaz belki Balaton)

Festival fotoğraflarının daha fazlası içün :)
SZIGET 2012 http://www.facebook.com/media/set/?set=a.10151020159308723.425707.568248722&type=3
SZIGET 2011 http://www.facebook.com/media/set/?set=a.10150272873198723.335491.568248722&type=3

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Efes One Love Müzik Festivali 2012

Bu yıl 11.si düzenlenen ve sanırım Istanbul'un en kıdemli müzík festívallerinden biri olan (Efes) Pilsen One Love Festival, bu sefer sadece müzíkseverlerin değil, geniş bir kitlenín gündemindeydi. Neden mi? Çünkü Eyüp sınırları içinde olan bu müzik festivaline ülkemizin güzel insanları hem bir bira festivali gözüyle baktı, üstüne bir de sosyal medyalarda sosyolojik baskı baskı yaptı ve festivale yarım saat kala Bilgi Universitesi'nin Santral kampüsünde ve civar beldelerde içki satışını yasaklanmasını sağladı. Gerçek müzik severler bu yasaktan gram etkilenmeyerek müziğini dinledi ayrı konu. Bir kaç bira eksik içince bir tarafları eksilmedi ama Türkiye kendinden ve demokrasisinden büyük bir ödün verdi. Kişisel özgürlüklere yapılmış bir darbe niteliğinde gördüğüm bu yasak sadece bir başlangıç. Peki siz "tehlikenin farkında değil misiniz?"

İşin politik kısmını geçip müzik kısmına gelirsek, ana ve alternatif iki sahnesi bulunan festivalin ana sahnesinden ayrılmayan bir dinleyici olarak ilk gün Damien Rice ve Kaiseir Chiefs, ikinci gün ise Elif Çağlar, Selah Sue, Kimbra ve Pulp performanslarını izleme fırsatı buldum. İrlandalı ve ingiliz baskın bu seneki festival line up'ında en kalabalık konserler de bu isimlerdi. Damien Rica'ın solo performansla bile koca ana sahneyi akustik müziği ile doldurması, her parçada seyirciyi farklı bir hisle coşturması, özel hayatından kesitlerle şarkı öncesinde şarkının hikayesini paylaşırkenki mütevazılığı ve sesinin duruluğu benim için Efes One Love'ın en müzikal yanıydı. Closer filminin tema müzikleriyle tüm dünyada bilindik bir isim haline gelen Damien Rice'ın şarkıları en çok eşlik edilen şarkılar oldu. Hem gitar hem de piyano solo parçalar seslendiren söz yazarı, besteci ve şarkıcı Damien Rice'ın konserini Jeff Buckley'den Hallelujah parçası ile sonlandırması ise performansına ayrı bir tat kattı.
Sonrasında ise geldik festivalin en iletişimci performansına; adını Güney Afrikalı bir futbol takımından alan İngiliz indie rock grubu Kaiser Chiefs. Geçtiğimiz yıl Sziget performanslarını izlememiş olmanın verdiği hüzün Efes One Love performansları ile geçti gitti! Lead vokal Ricky Wilson kamerayla, seyircilerle inanılmaz bir iletişim içindeydi ve enerjisi bir dakika olsun düşmedi. Alkol yasağına tepkisiyle de gündeme gelen performansında "çocuklar bira konusu için üzgünüm" diyerek ön sıralarda bulunan seyircilere bira dağıtmasıyla efsane kayıtlarına geçti. İngiliz asaletinden midir bilinmez grubun tüm üyelerinin bu sıcakta ceketlerini çıkarmaması bizi ayrı bi üzdü.
İkinci gün performansları daha chill out bir modda ilerledi. Daha önce lansman konserini de izlemiş olduğum ve bu sene İstanbul Caz Festivali'nin açılış performansına da layık görülen Elif Çağlar belki One Love Festivali'nin kitlesine çok da hitap etmiyordu fakat bize güneşli bir pazar gününde alkolsüz biramızı yudumlarken çok iyi geldi. MUSIC adlı albümüyle genç caz müzisyenler arasından hızla yükselmiş olan Elif Çağlar çok yetenekli ve sesi üzerinde inanılmaz bir hakimiyet sahibi bir vokal. Belki ana sahnede değil de alternatif sahnede yer almış olsaydı dinleyiciyle daha yakın olabilirdi diye düşündüm fakat bunlar bizim işimiz değil tabii. Biz keyifle dinledik klasik cazdan, hot caza doğru yelpazelenmiş şarkılarını. İngilizce ve ispanyolca şarkılar seslendiren Elif Çağlar ve orkestrasındaki müzisyenler Efes One Love'da hak ettiği ilgiyi göremedi belki performansının sonunda veda ederken "arkadaşlar biz aslında caz müzisyenleriz,bu festival bizim için çok yeni ve farklı bir mecra ama umarım beğenmişsinizdir" dedi ama biz onları seviyoruz! Performanslarını takip ediyoruz, bilsinler :)

Sonrasında sahneyi Belçika'lardan soul ve hip-hop füzyon bir müzik yapan Selah Sue aldı. Dansları ve müziğini tam anlamıyla hissederek icra etmesiyle büyüledi dinleyiciyi. Daha önce Babylon'da sahne alan ve izleme fırsatı bulamadığım Selah Sue, ilginç ve genizden gelen ses rengiyle, ve birbirine çok uzak iki müzik türünü harmanlamasıyla müzik sahnelerine hızlı ve etkileyici bir giriş yapmıştı. Orkestrasına olan sevgi ve saygısını göstermesiyle, ritmik ve aksak ritimli bir çok parçasındaki başarılı performansıyla ve müziğinin rüzgarına göre dans edişiyle de ayrı bir yeri var artık müzik listelerimizde.
Selah Sue'nun albüm kayıtlarından farksız performansının ardından sahne alan Kimbra ise, biraz hayal kırıklığıydı benim için. Halbuki genelde canlı performans ve stüdyo kayıtlarını izlemekten hoşlandığım Kimbra, teknik aksaklık ve eksikliklerden midir bilinmez, umduğum gibi değildi. Sesi daha az çıkan, konsantrasyonu düşük, şarkıların içinde kaybolmasına alışık olduğum halde değildi. Yine de iyi bir performanstı fakat hayal ve beklentilerimi karşılamadı. Settle Down adlı parçaya yaptıkları yeni versiyon çok mekanik ve o Nina Simone esintisinden uzak gibiydi fakat Plain Gold Ring her zamanki gibi muhteşemdi.
Pulp'ta ise itiraf ediyorum iki günün yorgunluğu, efsane İngiliz falan demeyip oturarak izlemeye başladım. Şekeri düşenlere çikolata fırlatması ve diettle olanlara cebindeki üzümleri fırlatması, en sevimli ingiliz aksanı ve o kadar zıplayıp etmesine rağmen yüzünden düşmeyen gözlükleri aklımda Pulp'ın front man'i Jarvis Cocker'ın. 90'larda yükselen Britpop akımının önemli isimlerinden biri haline gelen Pulp, belki de tek bir konser olarak seyredilmeliydi. Festivaller biraz fazla yükleme ve extrem mod değişiklikleri gerektiriyor. Şahsi fikrim Pulp'ın kesinlikle öncesinde bir şey dinlenmeden dinlenilmesi gerektiği. Yorgunluktan ötürü ve geçtiğimiz sene Budapeşte'de izlemiş olmanın verdiği karın tokluğuyla erken terkettiğim One Love kapanış konseri Pulp performansında ben çıktıktan sonra Jarvis Cocker striptiz yapmış sempatik sempatik, onu da kaçırdık :)
Sözün özü müzik dolu bir haftasonu oldu Efes sağolsun. Festival organizasyonuna ithafen birşeyler söylemek gerekirse mobil tuvaletlerden yükselen koku ve çok yüksek fiyatlı yiyecek standları avrupa standardında bir festivale yakışmıyordu. Zincir restoranların havaalanı misali fiyatları ikiye katlaması ise kabul edilemez bir şey. Bu konuda yetkililere sesleniyor, ve avrupa festivallerindeki fiyat uygulamalarını incelemelerini rica ediyorum.

Son söz; One Love bizim için her zaman Efes One Love olarak kalacaktır. Yıllardır Akbank Caz Festivallerinin, Yapı Kredi Caz Festivallerinin, Garanti Caz Yeşillerinin, Nike Human Race'lerin, Rock n Coke'ların olduğu bir ülkede Efes One Love Müzik Festivalindeki Efes isminden rahatsız olmak neden? Amaç ne? Alkol sigara ve ilaç reklamlarının yasak olduğu bir ülkede bu markaların tek reklam mecrası böyle etkinlikler. Yapmayın ayıptır!

PS: Fotoğraflar Efes Pilsen One Love Festival facebook sayfasından alınmıştır.

3 Haziran 2012 Pazar

Darüşşafakalının Kadrajından İFSAK Fotoğraf Sergisi

Türkiye'nin en köklü eğitim kurumlarından biri olan ve benim de bünyesinde yetiştiğim Özel Darüşşafaka Eğitim Kurumları, fotoğrafçılık klübüyle geçtiğimiz ay İFSAK'ta güzel bir sergiyle yer aldı. 18 - 25 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'nin ahşap zeminli güzel salonlarında yer alan sergide 26 Darüşşafakalı öğrencinin 33 fotoğrafından oluşan sergi, fotoğraf severlerle buluştu.
 Still life ve portre fotoğrafları özellikle etkileyici bulduğum bu sergide, çocukluğumdan beri hayranı olduğum oyuncak vosvosların bir fotoğrafını görmek ise anlatmanın ayrı bir öykü konusu olacağı ayrı bir tattı. Darüşşafaka'nın Selvihan Özel yönetimindeki fotoğrafçılık klübü üyesi öğrencileri, daha genç yaşta vizörlerinden güzel düşüncelerle bakmayı öğrenmiş. Sokağa, insana, şehre, eşyaya ve doğaya farklı bir gözle bakmış. Daçka Kültür Hareketi olarak sergiyi gezerken geleceğin önemli ve başarılı fotoğrafçılarının ayak seslerini duyar gibi olduk. Topluma farkındalık saçan kareleriyle, daha nice sergileri olsun! Emeklerine sağlık!

 
Serginin tüm fotoğraflarını olamasa da, atmosferini hissettireceğini umduğumuz kadar, ziyaretimiz sırasında ben de bir kaç fotoğraf çektim. Aşağıdaki linkten serginin diğer fotoğraflarına da ulaşabilirsiniz. 

25 Şubat 2012 Cumartesi

Gevende - Yezidi'nin güneşe bakması gibi müzik yapıyor...



Unutulmaz bir performansı kaçırmış olanlara, Haymatlos'ta gerçekleşen Gevende performansından

Gevende
Ahmet K. Bilgic - Ses & Gitar
Ömer Öztüyen - Viola
Okan Kaya - Bas gitar & Cümbüş & Ses
Gökçe Gürçay - Davul, tencere, tava, damacana
Serkan Emre Çiftçi - Trompet

Taksimin masa ve sandalyeleri kaldırılmış sokakların biri olan Bekar Sokak’ta uzun uğraşlar sonucu gitmekten vazgeçtiğim konserin biletlerini başka müzikseverlere devrettikten sonra, aylardır merak ettiğim, ama sanki sürprizi kaçacakmışçasına internetten müziklerini yok denecek kadar az dinlediğim, performanslarını dinledikten/yaşadıktan sonra yıllardır dinlemediğime, playlistlerin ilk sıralarına koymadığıma pişman olduğum Gevende’nin Haymatlos’taki konseri evrensel bir müzik ziyafeti çekilen gecelerden biriydi. Alternatif bir müzik yapıyorlar demek saygısızlık olur. Deneysel, ufuk açan, etnikten kopmamış, cazdan esin almış, rock'ın elini öpmüş, house ile uzaktan akraba ama her halükarda ruha iyi gelen bir müzik yapıyorlar. İçsellik önemli Gevende'nin yaptığı tüm işlerde. “Alternatif” yaptıkları işitanımlamak için çok yetersiz kalacak bir sözcük.

Sentez bir sound sahibi bütün besteler hem daha önce duyduklarınızdan hem de birbirinden farklı. Özgün...Bir an anadolu ezgilerini taşıyan rock rifleri, sonrasında balkan ezgisi taşıyan çeltik melodileri. Dünya gezdiren, evrensel bir müzik Gevende’ninki. Ayık da olsanız, bayık da olsanız, kendilerinden dinleyeceğiniz iki saatlik bir performans, sizi olmadık yerlere götürecek. Müziklerini “ibadet gibi” diyerek nitelendirebileceğim, Yezidi’nin güneşe bakmasına benzetebileceğim, insan denen varlığın tüm duygularına tercüman olan bir oluşum Gevende. Yıllardır tanımıyor olmanın utancı içerisindeyim hala. Ama bu utancı konser sonrası odalarına dalıp “ya arkadaşlar sizin Sziget’te dünya müzikleri sahnesinde olmanız lazım! Var mı girişimler?” gibi içimde tutamadığım düşüncelerle unuttum gitti.

Bir gitar, bir bas, bir viyola, bir trompet ve bir davul bu kadar mı uyumlu olur? Böylesi mi konuşur birbiriyle? Enstrümanları görünce önce geçtiğimiz yıldan beri dinlediğim Debout sur le Zinc’e benzettim. Ama daha müziklerini duymamıştım. Vokal Ahmet K. Bilgiç’in gürültünün ortasına düşen etkili sesiyle ikiye ayrılan gece, Gevende öncesi ve Gevende sonrası bir hal aldı bende. Bestelerinin özgünlüğüyle bugüne kadar Türkiye’de yarışabilecek çok grup görmedim. O besteler nerden gelmiş, siz nerelere gittiniz de yan yana koydunuz bu notaları? Hele de konuşulmayan doğaçlama bir dil ile – yani Orhan Veli’nin deyişiyle – kifayetsiz kalan sözcüklerden alıp rolü, nasıl da müziğinize verdiniz? Helal olsun!


Müzisyenlerin her biri birbirinden yetenkli ve Gevende’nin her bir bireyi çaldıkları enstrümanın sınırlarını zorluyor. Basçı Okan Kaya, Erkan Oğur’un keşfedip de telifini Hollanda’lılara kaptırdığı perdesiz gitar çalar gibiydi. Bam telimize telimize dokundu. Enstrümanının sınırlarını en fazla zorlayan ve sahnenin en seyredilesi insanı head vokal/elektro gitarist Ahmet K. Bilgiç bana geçtiğimiz aylarda ölen Freddy Mercury, sonra da Jim Morrison’ı sonra da Noir Desir’in hapiste olan vokalini, daha kimleri kimleri düşündürtmedi ki! Yanlış anlaşılmasın, bu isimlere müziği benzediğinden değil, özgünlükte aşağı kalır hiçbir yanı olmadığından düşündüm bu isimleri.

Gevende’nin bir diğer farklılığı ise böyle gruplarda nadiren görebileceğiniz, müzisyenler arasında sahnede gerçekleşen o iletişim! Her biri bir diğerinin yaptığı müzikle mest oldu. Egolar çekmecelere konulmuş, müzik için üst bir kimliğe geçmiş beş müzisyen. Davulcu Gökçe Gurcay’ın basın sololarında, trompetin sololarında aldığı keyif yüzüne yansıyor, viyola davulun ritmiyle tek bir vücut oluyor, Haymatlos’ta biraz eksik olduğu aşikar olan ses sisteminin gazabına uğrayan trompetçi Serkan Emre Çiftçi  bile, yapılan müziği aşkla dinliyor. Parçaların hepsini ilk defa dinliyor olmanın fikir özgürlüğüyle her birine anlam yüklemeye çalıştığım beyin fırtınası sonrası bir sufinin kızgınlığı, Tebrizli Şems’in intikam almak için kuyusundan çıkması, sonrasında da bir akvaryum sakinliği hayal etmiştim. Konsere ısrarla çağıran arkadaşla en ön sıralardan izlediğimiz performansın ikinci yarısında bir de ne göreyim! Playlist’te akvaryum diye bir parça var! İşte bu kadar kelimesiz ama net Gevende. İçinizi okuyan cinsten.

Böylesi bir müziğin sadece Haymatlos’ta değil, İstanbul’un, Türkiye’nin ve hatta dünyanın bütün önemli sahnelerinde yer almasını yürekten diliyor ve bir gün bunun olacağına gerçekten inanıyorum.

Gevende! Yüreğine sağlık! Keza yürek olmadan böyle müzik yapılamaz.

19 Şubat 2012 Pazar

Elif Çağlar ve Circus Love video lansman + konseri


İstanbul müzik sahnelerine yeni isim ve albümlerin katılıyor olmasının sevinci bir yana, özellikle caz müzik severlerin açlığını bastıracak isimlerin gittikçe artması daha da güzel! Bu hafta yaklaşık bir yıl önce M-U-S-I-C albümüyle kendinden bahsettiren Elif Çağlar'ın albümün en sıcak parçalarından Circus Love için çekilmiş olan videosunun lansmanı ve konseri vardı Ghetto'da. Hafta içi gerçekleşmesine rağmen güzel bir kalabalığı ağırlayan konserde, Circus Love adlı parçaya Türkiye'de daha önce hiç denenmemiş bir teknikle -stop motion tekniğiyle - çekilmiş olan şeker gibi bir kliple başladı gece. Şeker derken, gerçekten hayal edebileceğiniz envai çeşit şeker, çikolata, meyve parçacıklarından oluşturulmuş karelerin tek tek el emeği ile yapılarak, stop motion tekniğinde bir video klibe dönüşmesinden bahsediyoruz. Şarkı dinlemeye, klip izlemeye değer!

Tüm söz ve müziklerin Elif Çağlar'a ait olduğu albümde mutlu ve hareketli şarkılar ağırlıkta. Özellikle Universal Love ve Everybody is an Artist in NewYork şarkılarının sözlerinde dünya gezmiş herkesin kendinden birşeyler bulabileceği parçalar olması, albümü daha da sıcak hale getirmiş. Serkan Yılmaz (piyano), Ozan Musluoğlu (kontrabas) ve Onur Alatan’ın (davul) eşlik ettiği şarkıların yanı sıra, Elif Çağlar’ın üç kıvırcık müzisyen olmalarından ötürü adı "The Curly Trio" olan grupta birlikte çalıştığı Cem Tuncer ve Kerem Türkaydın’la beraber kaydettiği bir şarkı da bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde Babylon'da Alp Ersönmez'le "Cereyanlı" bir şekilde sahne alan usta trompet İmer Demirer ve Cengiz Baysal, Bilal Karaman, Ferhat Öz gibi birçok önemli caz müzisyeni albümde konuk olarak yer almış!

Önce İstanbul Bilgi Üniversitesinde caz kompozisyonu okumuş sonra da NewYork'lara gidip Queens College'da caz mastırı yapmış olan Elif Çağlar, keşke böyle saçlarım olaydı detirten bu kıvırcık saçlı ses, Türkiye'nin en sevilen caz vokallerinden biri oldu şimdiden. Geçtiğimizz yıl çıkan M-U-S-I-C adlı muhteşem albümünün en sevimli şarkısına çekilen kliple başlayıp biten gecede, çok başarılı bir caz vokali olan Elif Çağlar'ı, 2 saat süren performansı boyunca keyifle izledik. Konser boyunca güzel bir caz ziyafeti çektik çekmesine fakat, konser salonundaki izleyicilerin büyük çoğunluğunun devamlı muhabbet ediyor olması, hatta konser boyunca sahneye ancak bir iki kere dönüp bakmış olan bir kaç terbiyesiz seyircinin olması, tabii ki bu seyircilerin kendi ayıbıydı. Ara sıra ayyuka çıkan konuşma sesleri, ben bile sinirlenirken, sahne alan müzisyenlere ne hissetmiştir siz düşünün!

Bir diğer konu ise, her ne kadar caz bireyselliğin ağır etkilerinin görüldüğünü düşündüğüm bir müzik türü olsa da ve M-U-S-I-C bir solo albüm olsa da, Elif Çağlar'ın sahnede müzisyenlerle tam bir ahenk içinde olmadığını ve müzisyenlerin - ki cazda enstrümanlar vokal kadar hayati önem taşıyan ögeler - yeterince mutlu olmadığını düşündüm ve kendilerini biraz eşlikçi gibi hissettikleri hissine kapıldım ara sıra. Özellikle back vokallerin asık suratı ise, dikkat çekmeyecek gibi değildi. Şarkıların mutluluğuna tezat oluşturacak cinsten! Belki de bu sadece bu performansta böyleydi, bu konuda kesin bir şey söylemek tabii ki grubun dinamiklerini bilmeden doğru olmaz. Ama özellikle kontrbas ve klavyenin baskın şekilde yer aldığı albümde, müzisyenlerin sahnede daha da fazla takdir edilmesi gerektiği kanaatindeyim, naçizane...

bu önemli sesin müziklerine, ve kalemine kulak vermeniz için myspace sayfası ve blog linklerini de buradan paylaşalım,
http://www.myspace.com/elifmusic
http://elifmusic.blogspot.com/

16 Şubat 2012 Perşembe

Hakan Vreskala der ki, Her Köyde Bir Deli Var!


Hakan Vreskala yer yüzünün ihtiyaç duyduğu barışı körükleyen, zıpır mı zıpır, mütevazi mi mütevazi, sevgi dolu insanlardan biri. Müzisyen kişiliğinden önce bunlardan bahsediyor olmamın sebebi ise sahnelerin böyle insanlara hasret olması...Kesinlikle dinlemeye değer bir albüm çıkartmış olan Hakan Vreskala'nın dün akşam gerçekleşen konserinde tahmin ettiğimden de fazla bir kalabalık ve hatta mekanın girişinde bilet kuyruğu bile vardı sevindirici bir şekilde!



Mayıs ayında ilk defa müziğiyle tanıştığım ve Kürd-i Nizanım adlı barışçıl ama protest şarkısıyla Türkiye gündemine de düşen genç müzisyen Hakan Vreskala, dün akşam İstanbul Ghetto'da sahne aldı. Son dakikada fark ederek hafta içi de olsa, kaçırmamak için elimden geleni yaparım dediğim bu performansı seyretmiş, ve yaklaşık iki saat sürmüş olan dünya müziği şenliğinin içinde bulunmuş olmaktan sevinç duyuyorum. Aslen İzmir'de doğup büyüyen Hakan Vreskala, önce mühendis olma hayalleriyle İstanbul'a gelmiş teknik üniversiteye, fakat darbukacı olmuş çıkmış. Sonra İsveç'e yerleşip sokak müzisyenliğine başlamış. Sonra Kopenhag Kraliyet Konservatuarında öğrenim görmüş. Türkiye'de İsveç'te ve bir çok Avrupa ülkesinde farklı gruplarla turnelere çıkmış. Yakınlarda baba da olmuş. Kendisine sorsanız iki çocuk babasıdır şu sıralar çünkü albümü de çocuğu gibi! Unkapanı'ndan teslim almaya giderkenki heyecanını twitterdan paylaşmış olması ise tevazunun güzelliklerinden sadece biri.

"Her Köyde Bir Deli Var" adından da anlaşılacağı üzere biraz deli, müzikal anlamda kesinlikle tek bir genreye sığdırılamayacak, başarılı müzisyenlerin elinden çıktığı belli, caz, etnik, balkan, reggea, rap, halk müziği gibi bir çok genreyi sentezlemiş bir albüm. Her parçada farklı bir tat yakalayabileceğiniz Her Köyde Bir Deli Var, trompetçi yükseldiğinde bir balkan havasında bürünürken, basın şahlandığı anlarda reggea oldu. Saksafon özgürleştiğinde free caza dönen nameler, Hakan Vreskala'nın davulu, darbukası ve tabii ki sesiyle etnik bir şenliğe dönüştü. Şarkı sözlerinin de ayrıca önem taşıdığı albümde, mizahın ve taşlamanın yeri baş köşede.

Daha önce Norrda adlı projede perküsyonlarıyla karşımıza çıkan Hakan Vreskala'nın, yeni albümününü tanıtmak için verdiği konserde sahnesini paylaşan değerli müzisyenlere gelirsek, Stockholmden gitarist Jonas Jurström, İsveç ulusal enstrumanı nyckel-harpa ile Ghetto'daki kalabalığı bir anda susturan ve başka bir diyara götüren Anders Peev, Hakan Vreskala ile tanışmasının hikayesini canlı canlı dinlediğimiz, Kopenhag Kraliyet Konservatuarında okumakta olan ve trompette iskandinavyanin son dönem en çok aranan yeteneklerinden biri olan Ruhi Erdogan ve saksafonda Berlin'de yaşamakta olan, bir iskandinavdan beklenmeyecek sıcaklığa sahip, Edirne'li değil de İsveç'li olduğuna bir hayli şaşıracağınız, balkan müziği ve free-jazzin en yetenekli isimlerinden Otis Sjöberg eşlik etti.

İskandinavya'nın Türk Gogol Bordello'su olduğunu düşünmeye başladığın Hakan Vreskala'nın özellikle siyasete karşı duyduğu tatlı ve tadında öfke, şarkılarının bir çoğunda hissediliyordu. Özellikle "Dağılan Lan Dağılın" ve Tayyip Erdoğan'a ithaf ettiği "Padişahım Çok Yaşa" adlı parçalarıyla Ghetto sakinlerinin sempatisini toplayan Hakan, aradaki sürpriz darbuka performansıyla olsun, İsveç ulusal enstrumanı nyckel - harpaya yaptığı gitarı ve vokali ile eşlik ettiği kuzeyin etnik ezgilerini taşıyan parçalarıyla olsun, bizi bizden aldı dün akşam. Bir parçada isyan dolu hareketlerle jaz temelli rap yaparken, bir parçada her nasılsa yunan sirtakisine benzer bir hisle dolduk, sonra davullarla halaya yeltenip, balkan cazıyla kendimizi bulduk. Hakan Vreskala'nın yeni albümü Her Köyde Bir Deli Var, dinlemeye ve dünyanın kaç noktasına dokunarak emekle ve saygıyla oluştuğunu anlamaya değer.



8 Şubat 2012 Çarşamba

Jackson Missisipi'de siyah beyaz bir fotoğraf - The Help



1960'lı yılların Jackson Missisipi'sinde, beyaz kadınların tek işi koca bulup, bulduktan sonra da hizmetçilerinin yaptığı kek pastaları kendileri yapmış gibi hava atmakken, otobüste siyahi insanlar beyazlarla aynı yerde oturamazken, insan hakları hareketi çevre eyaletlerde yavaş yavaş başlamışken, yaşıtlarının aksine üniversiteye gitmiş, hala bekar, genç ve azimli bir gazeteci/yazarın etrafında olan bitenden etkilenip insan hakları kazanını kaynatacak tonda yazacağı kitabı konu alan The Help, insanlığımıza dokunduğu için, gönlümüzün Oscar'larından anti-ırkçılık Oscar'ını çoktan almıştır.

-Hizmetçi olacağını biliyor muydun?
-Evet
-Neden?
-Annem hizmetçiydi, büyük annem ev kölesiydi..


Bu diyalog, Emma Stone'un başarıyla canladırdığı genç yazar Miss Skeeter ve kokoş arkadaşlarından birinin evinde hizmetçilik yapan Aibileen (Viola Davis) karakteri arasında geçer. Daha önce yardımcı kadın aktris Oscar adaylığı olan Viola Davis ve Minny Jackson rolündeki diğer bir hizmetçiyi canlandıran Octavia Spencer performansları filmin lokomotifi gibi. Beyaz kadınların evinde her gün yaşadıkları, ve buna rağmen kahkahalarının daha içten olabildiği tatlı tuzlu bir ruh halini seyirciye şahane iletmişler. Irkçılığın halen hakim olduğu bir eyalette beyaz kadınların çocuklarına kendileriymişçesine sevgi veren onca kadın, onlarla aynı banyoyu kullanabilme şerefine bile nail olamadılar. Ve tarihten alınmış bu gerçek kesiti gözümüze tekrar sokan yönetmen Tate Taylor, Kathryn Stockett'in romanından uyarladığı senaryoyu yazmakla kalmamış, yönetmiş de. Dokunaklı olmuş. Missisippi Burning'e güzel bir alternatif olmuş.


Filmin en dokunaklı ve tarihin değişmesine tanık olduğumuz sahnelerse o kadar doğal ve naif çekilmiş ki, bütün ırkçı çevrelerine rağmen, siyahi hizmetçilerine kendilerinden biriymiş gibi davranan güzel insanların huzuru ekrandan size doğru dalga dalga gelince ister istemez dönemin vatandaşlarından biri olup, sevinç gözyaşlarını paylaşıyorsunuz. İyi ve kötünün aynı mahallede toz attırdığı bu hikaye günümüz ırkçılarının duyarlılığını arttırır diye umuyorum.

hil'alem