19 Şubat 2012 Pazar

Elif Çağlar ve Circus Love video lansman + konseri


İstanbul müzik sahnelerine yeni isim ve albümlerin katılıyor olmasının sevinci bir yana, özellikle caz müzik severlerin açlığını bastıracak isimlerin gittikçe artması daha da güzel! Bu hafta yaklaşık bir yıl önce M-U-S-I-C albümüyle kendinden bahsettiren Elif Çağlar'ın albümün en sıcak parçalarından Circus Love için çekilmiş olan videosunun lansmanı ve konseri vardı Ghetto'da. Hafta içi gerçekleşmesine rağmen güzel bir kalabalığı ağırlayan konserde, Circus Love adlı parçaya Türkiye'de daha önce hiç denenmemiş bir teknikle -stop motion tekniğiyle - çekilmiş olan şeker gibi bir kliple başladı gece. Şeker derken, gerçekten hayal edebileceğiniz envai çeşit şeker, çikolata, meyve parçacıklarından oluşturulmuş karelerin tek tek el emeği ile yapılarak, stop motion tekniğinde bir video klibe dönüşmesinden bahsediyoruz. Şarkı dinlemeye, klip izlemeye değer!

Tüm söz ve müziklerin Elif Çağlar'a ait olduğu albümde mutlu ve hareketli şarkılar ağırlıkta. Özellikle Universal Love ve Everybody is an Artist in NewYork şarkılarının sözlerinde dünya gezmiş herkesin kendinden birşeyler bulabileceği parçalar olması, albümü daha da sıcak hale getirmiş. Serkan Yılmaz (piyano), Ozan Musluoğlu (kontrabas) ve Onur Alatan’ın (davul) eşlik ettiği şarkıların yanı sıra, Elif Çağlar’ın üç kıvırcık müzisyen olmalarından ötürü adı "The Curly Trio" olan grupta birlikte çalıştığı Cem Tuncer ve Kerem Türkaydın’la beraber kaydettiği bir şarkı da bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde Babylon'da Alp Ersönmez'le "Cereyanlı" bir şekilde sahne alan usta trompet İmer Demirer ve Cengiz Baysal, Bilal Karaman, Ferhat Öz gibi birçok önemli caz müzisyeni albümde konuk olarak yer almış!

Önce İstanbul Bilgi Üniversitesinde caz kompozisyonu okumuş sonra da NewYork'lara gidip Queens College'da caz mastırı yapmış olan Elif Çağlar, keşke böyle saçlarım olaydı detirten bu kıvırcık saçlı ses, Türkiye'nin en sevilen caz vokallerinden biri oldu şimdiden. Geçtiğimizz yıl çıkan M-U-S-I-C adlı muhteşem albümünün en sevimli şarkısına çekilen kliple başlayıp biten gecede, çok başarılı bir caz vokali olan Elif Çağlar'ı, 2 saat süren performansı boyunca keyifle izledik. Konser boyunca güzel bir caz ziyafeti çektik çekmesine fakat, konser salonundaki izleyicilerin büyük çoğunluğunun devamlı muhabbet ediyor olması, hatta konser boyunca sahneye ancak bir iki kere dönüp bakmış olan bir kaç terbiyesiz seyircinin olması, tabii ki bu seyircilerin kendi ayıbıydı. Ara sıra ayyuka çıkan konuşma sesleri, ben bile sinirlenirken, sahne alan müzisyenlere ne hissetmiştir siz düşünün!

Bir diğer konu ise, her ne kadar caz bireyselliğin ağır etkilerinin görüldüğünü düşündüğüm bir müzik türü olsa da ve M-U-S-I-C bir solo albüm olsa da, Elif Çağlar'ın sahnede müzisyenlerle tam bir ahenk içinde olmadığını ve müzisyenlerin - ki cazda enstrümanlar vokal kadar hayati önem taşıyan ögeler - yeterince mutlu olmadığını düşündüm ve kendilerini biraz eşlikçi gibi hissettikleri hissine kapıldım ara sıra. Özellikle back vokallerin asık suratı ise, dikkat çekmeyecek gibi değildi. Şarkıların mutluluğuna tezat oluşturacak cinsten! Belki de bu sadece bu performansta böyleydi, bu konuda kesin bir şey söylemek tabii ki grubun dinamiklerini bilmeden doğru olmaz. Ama özellikle kontrbas ve klavyenin baskın şekilde yer aldığı albümde, müzisyenlerin sahnede daha da fazla takdir edilmesi gerektiği kanaatindeyim, naçizane...

bu önemli sesin müziklerine, ve kalemine kulak vermeniz için myspace sayfası ve blog linklerini de buradan paylaşalım,
http://www.myspace.com/elifmusic
http://elifmusic.blogspot.com/

16 Şubat 2012 Perşembe

Hakan Vreskala der ki, Her Köyde Bir Deli Var!


Hakan Vreskala yer yüzünün ihtiyaç duyduğu barışı körükleyen, zıpır mı zıpır, mütevazi mi mütevazi, sevgi dolu insanlardan biri. Müzisyen kişiliğinden önce bunlardan bahsediyor olmamın sebebi ise sahnelerin böyle insanlara hasret olması...Kesinlikle dinlemeye değer bir albüm çıkartmış olan Hakan Vreskala'nın dün akşam gerçekleşen konserinde tahmin ettiğimden de fazla bir kalabalık ve hatta mekanın girişinde bilet kuyruğu bile vardı sevindirici bir şekilde!



Mayıs ayında ilk defa müziğiyle tanıştığım ve Kürd-i Nizanım adlı barışçıl ama protest şarkısıyla Türkiye gündemine de düşen genç müzisyen Hakan Vreskala, dün akşam İstanbul Ghetto'da sahne aldı. Son dakikada fark ederek hafta içi de olsa, kaçırmamak için elimden geleni yaparım dediğim bu performansı seyretmiş, ve yaklaşık iki saat sürmüş olan dünya müziği şenliğinin içinde bulunmuş olmaktan sevinç duyuyorum. Aslen İzmir'de doğup büyüyen Hakan Vreskala, önce mühendis olma hayalleriyle İstanbul'a gelmiş teknik üniversiteye, fakat darbukacı olmuş çıkmış. Sonra İsveç'e yerleşip sokak müzisyenliğine başlamış. Sonra Kopenhag Kraliyet Konservatuarında öğrenim görmüş. Türkiye'de İsveç'te ve bir çok Avrupa ülkesinde farklı gruplarla turnelere çıkmış. Yakınlarda baba da olmuş. Kendisine sorsanız iki çocuk babasıdır şu sıralar çünkü albümü de çocuğu gibi! Unkapanı'ndan teslim almaya giderkenki heyecanını twitterdan paylaşmış olması ise tevazunun güzelliklerinden sadece biri.

"Her Köyde Bir Deli Var" adından da anlaşılacağı üzere biraz deli, müzikal anlamda kesinlikle tek bir genreye sığdırılamayacak, başarılı müzisyenlerin elinden çıktığı belli, caz, etnik, balkan, reggea, rap, halk müziği gibi bir çok genreyi sentezlemiş bir albüm. Her parçada farklı bir tat yakalayabileceğiniz Her Köyde Bir Deli Var, trompetçi yükseldiğinde bir balkan havasında bürünürken, basın şahlandığı anlarda reggea oldu. Saksafon özgürleştiğinde free caza dönen nameler, Hakan Vreskala'nın davulu, darbukası ve tabii ki sesiyle etnik bir şenliğe dönüştü. Şarkı sözlerinin de ayrıca önem taşıdığı albümde, mizahın ve taşlamanın yeri baş köşede.

Daha önce Norrda adlı projede perküsyonlarıyla karşımıza çıkan Hakan Vreskala'nın, yeni albümününü tanıtmak için verdiği konserde sahnesini paylaşan değerli müzisyenlere gelirsek, Stockholmden gitarist Jonas Jurström, İsveç ulusal enstrumanı nyckel-harpa ile Ghetto'daki kalabalığı bir anda susturan ve başka bir diyara götüren Anders Peev, Hakan Vreskala ile tanışmasının hikayesini canlı canlı dinlediğimiz, Kopenhag Kraliyet Konservatuarında okumakta olan ve trompette iskandinavyanin son dönem en çok aranan yeteneklerinden biri olan Ruhi Erdogan ve saksafonda Berlin'de yaşamakta olan, bir iskandinavdan beklenmeyecek sıcaklığa sahip, Edirne'li değil de İsveç'li olduğuna bir hayli şaşıracağınız, balkan müziği ve free-jazzin en yetenekli isimlerinden Otis Sjöberg eşlik etti.

İskandinavya'nın Türk Gogol Bordello'su olduğunu düşünmeye başladığın Hakan Vreskala'nın özellikle siyasete karşı duyduğu tatlı ve tadında öfke, şarkılarının bir çoğunda hissediliyordu. Özellikle "Dağılan Lan Dağılın" ve Tayyip Erdoğan'a ithaf ettiği "Padişahım Çok Yaşa" adlı parçalarıyla Ghetto sakinlerinin sempatisini toplayan Hakan, aradaki sürpriz darbuka performansıyla olsun, İsveç ulusal enstrumanı nyckel - harpaya yaptığı gitarı ve vokali ile eşlik ettiği kuzeyin etnik ezgilerini taşıyan parçalarıyla olsun, bizi bizden aldı dün akşam. Bir parçada isyan dolu hareketlerle jaz temelli rap yaparken, bir parçada her nasılsa yunan sirtakisine benzer bir hisle dolduk, sonra davullarla halaya yeltenip, balkan cazıyla kendimizi bulduk. Hakan Vreskala'nın yeni albümü Her Köyde Bir Deli Var, dinlemeye ve dünyanın kaç noktasına dokunarak emekle ve saygıyla oluştuğunu anlamaya değer.



8 Şubat 2012 Çarşamba

Jackson Missisipi'de siyah beyaz bir fotoğraf - The Help



1960'lı yılların Jackson Missisipi'sinde, beyaz kadınların tek işi koca bulup, bulduktan sonra da hizmetçilerinin yaptığı kek pastaları kendileri yapmış gibi hava atmakken, otobüste siyahi insanlar beyazlarla aynı yerde oturamazken, insan hakları hareketi çevre eyaletlerde yavaş yavaş başlamışken, yaşıtlarının aksine üniversiteye gitmiş, hala bekar, genç ve azimli bir gazeteci/yazarın etrafında olan bitenden etkilenip insan hakları kazanını kaynatacak tonda yazacağı kitabı konu alan The Help, insanlığımıza dokunduğu için, gönlümüzün Oscar'larından anti-ırkçılık Oscar'ını çoktan almıştır.

-Hizmetçi olacağını biliyor muydun?
-Evet
-Neden?
-Annem hizmetçiydi, büyük annem ev kölesiydi..


Bu diyalog, Emma Stone'un başarıyla canladırdığı genç yazar Miss Skeeter ve kokoş arkadaşlarından birinin evinde hizmetçilik yapan Aibileen (Viola Davis) karakteri arasında geçer. Daha önce yardımcı kadın aktris Oscar adaylığı olan Viola Davis ve Minny Jackson rolündeki diğer bir hizmetçiyi canlandıran Octavia Spencer performansları filmin lokomotifi gibi. Beyaz kadınların evinde her gün yaşadıkları, ve buna rağmen kahkahalarının daha içten olabildiği tatlı tuzlu bir ruh halini seyirciye şahane iletmişler. Irkçılığın halen hakim olduğu bir eyalette beyaz kadınların çocuklarına kendileriymişçesine sevgi veren onca kadın, onlarla aynı banyoyu kullanabilme şerefine bile nail olamadılar. Ve tarihten alınmış bu gerçek kesiti gözümüze tekrar sokan yönetmen Tate Taylor, Kathryn Stockett'in romanından uyarladığı senaryoyu yazmakla kalmamış, yönetmiş de. Dokunaklı olmuş. Missisippi Burning'e güzel bir alternatif olmuş.


Filmin en dokunaklı ve tarihin değişmesine tanık olduğumuz sahnelerse o kadar doğal ve naif çekilmiş ki, bütün ırkçı çevrelerine rağmen, siyahi hizmetçilerine kendilerinden biriymiş gibi davranan güzel insanların huzuru ekrandan size doğru dalga dalga gelince ister istemez dönemin vatandaşlarından biri olup, sevinç gözyaşlarını paylaşıyorsunuz. İyi ve kötünün aynı mahallede toz attırdığı bu hikaye günümüz ırkçılarının duyarlılığını arttırır diye umuyorum.

hil'alem


30 Ocak 2012 Pazartesi

Sound of Noise - İsveçli anarşist müzisyenler



Ola Simonsson ve Johannes Stjärne Nilsson'ın yönetmenliğini yapmış olduğu, Sound of Noise - türkçe adıyla Yaşamın Ritmi, izlediğim en sıra dışı filmler listesine girmeye girmenin haklı gururunu yaşıyor :) Müziğe bambaşka bir bakış açısıyla yaklaşan film, Skandinav insanlarından bekleyeceğimiz gibi bir hayli çizgi dışı ve eğlenceli. 2010 yapımı film İsveç - Fransız yapımı, ama aslına bakarsanız Fransız etkisini ben çok da hissetmedim. Bir şehrin farklı kamusal alanlarında sıradan eşyaları, insanları, araçları müzik aleti olarak kullanan 6 müzisyenin yasaları zorlayarak, yasakları çiğneyerek kendi sıra dışı müziklerini yapmalarının hikayesi Sound of Noise.

2001 yapımı Music for One Apartment and Six Drummers (bir daire ve 6 perküsyoncu için müzik) adlı, aynı yönetmenler tarafından çekilmiş bir kısa filmin devamı olan Sound of Noise'un ilk gösterimi 2010 Mayıs ayında gerçekleşen 63. Cannes Film Festivali'nin International Critic's Week kısmında gerçekleşmiş. Müziklerini filmde de aynı isimle oynayan Magnus Börjeson tarafından film çekimleri sırasında bestelenmiş. Yönetmenin esinlendiği asıl kaynak ise Luigi Russolo adlı futurist ressam ve müzisyenin, zamanın fütürist müzisyenlerinden birine yazmış olduğu The Art of Noises adlı manifesto. Anlayacağınız, müziğin sıradanlaşmasını engellemeye yönelik girişimler 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar gidiyor. 2010 yapımı bu film ise, bir şehrin fiziki varlığıyla nasıl bir enstrüman olabileceğinin hikayesini, bu başkaldırıya yakışır şekilde anlatıyor.

 

Hızlı bir kovalamaca hikayesini içinde barındıran filmde Amadeus Warnebring adlı müzikten nefret eden, ve bazı seviyedeki sesleri ezelden beri duyamayan polis memurunun kovaladığı anarşist müzisyen çetesinin liderleri - kadın baskın toplumlardan biri olduğuna inandığım İsveç'e yakışır şekilde :) - kadın bir müzisyen ve bir koro şefi. 20. yüzyıl müzik normlarını zorlamayan sistemlerle sıkıntı yaşayan 4 perküsyoncuyu da bulup kamusal alanları ve normalde enstrüman olarak değerlendirilmeyecek ne varsa bulduklarını, birer enstrüman gibi kullanarak, kendi bestelerini icra etmekteler. Bir taraftan tam anlamıyla müzisyen bir ailenin kulak yeteneği olmayan oğlu olan Amadeus Warnebring, ünlü bir orkestra şefi olan abisinin gölgesinde kalmanın ve çocukluğunu klasik müziğe yeteneği olmayan yetersiz kardeş olarak geçirmenin etkisiyle, bu anarşist müzisyenlerden etkilenir de...

 

Sistemle anlaşamayıp, sistemi gıdıklayan bu zararsız müzisyenlerin tek dertleri kendi müziklerini, kendilerinin müzik diye addettikleri eserleri dünyayla paylaşmak. Hastane, banka, otoban ve daha nice mekanda, sıra dışı ve eğlenceli bir ritm gösterisini ilginç bulacaksınız. En aykırı seslerde bile bir müzisyenin ve hatta müziğe katlanamayan insanların bile nasıl bir estetik gördüğünü görmek ise filmin en sevdiğim detayları oldu...Müzik ve sinemayı bir arada sevenlere duyurulur. Hil'alem

3 Kasım 2011 Perşembe

Le noms de gens - savaşmayıp sevişen 60'ların sesi tam da kısılmamış mı acaba?



Chang Martin Benmahmoud! üç kelimenin çok şey anlattığı anlardan biri. "Bir çinli, bir fransız ve bir arap Avrupa'da karşılaşırlar." diyerek başlayan bir fıkra anlatmak değil derdim. Uzun süredir bu tatta bir film izlemediğimden kaleme almak istediğim, içinde zeka, siyaset, arzu ve bol gülümseme barındıran Le noms de gens ya da türkçe adıyla Aşkın Halleri, fransız filmlerinin yavaşlığından şikayet eden ama izlemeden de duramayanlar için eğlenceli bir seçim.


Michel Leclerc'in peyaz perdeye aldığı bu yapıt günümüz Avrupa'sında (Fransa diyelim) bir arada yaşayan toplumların sivri ve renkli karakterlerinden biri olan Bahia Benmahmoud (Sara Forestier) ve sakin, korumacı, güvenlik ihtiyacı yüksek yahudi kökenli ve avrupalı Arthur Martin'in (Jacques Gamblin) hikayesi. Aslında sadece Bahia ve Arthur'un hikayesi de değil, bütün avrupanın genel bir portresi gibi olmuş Le noms de gens. 2000'li yıllarda 60'lı yılların sloganıyla yaşayan Arap-Fransız melezi Bahia'nın "savaşma seviş" felsefesi filmin pek tabii en renkli unsuru. Sağcılardan nefret eden ve faşo kelimesini kullanmadan 3 dakika geçiremeyen bu deli kız, karşıt görüşteki radikal ya da merkez sağcı adamlara tartışarak değil ama cazibesiyle taraf değiştirtir. Ta ki çevreye duyarlı, evinde Bahia'nınkine göre çok daha tutucu bir hava esen, annesi ailesi çok küçükken Auschwitz'e gönderilen bir savaş kurbanı olan, orta yaşlı- ama yakışıklı sayılabilecek, sol görüşlü bir bilim adamı olan Arhtur Martin'le tanışana kadar!


Eğlenceli bir senaryoya eğlenceli karakterlerle renk katan yönetme Michel Leclerc'in bu yapıtında en önemli unsuruysa son dönemlerde çoğu Avrupa ülkesinde hafiften tırmanışa geçen göçmen karşıtı duruma güzel ve gülümseten bir çomak sokmakmış belli ki. Gerçek ve kurgusal olduğunu düşündüğüm dialoglar ve günlük yaşam kesitleriyle gelişen hikaye, hem kimliklerin insan ilişkileri üzerindeki etkisine hem de ırkçılıktan çocuk istismarına, Sarkozy ya da öncesinde Chirac'a yanlışlıkla oy vermekten, sınıfsal durumlara varan geniş bir yelpazedeki güncel olaylara, tutkulu ama özgür bir ilişkinin penceresinden bakan seyredilmeye değer bir hikaye olmuş.


Dünyanın ancak ve ancak hepimiz melez olduğumuzda barışa kavuşacağını düşündüren, milliyetçilik duygularını törpüleyen ve empatiye şevkeden, bunu kimseyi ağlatmadan üzmeden aksine güldürerek yapmayı başarmış Michel Leclerc'e ve senaryoyu yazmakta ona yardımcı olan Baya Kasmi'ye sevgilerimi sunuyorum.

hil'alem.

14 Ekim 2011 Cuma

Biutiful - Innaritu'nun gerçeklere parmak sokuşu

Hikayenin "gerçek" kokması gerek bazen...


Bazen de o kadar gerçektir ki hikaye, kaçamaz insan.

Innaritu öylesi bir olta atmış seyirciye Biutiful'da. İçinden çıkmak için serin sonbahar akşamına karşı camdan sarkması gerekir insanın. 2010 yılında beyaz perdeye - Kolpaçino'lara Şahan'lara nazaran daha sessiz bir giriş yapan Innaritu filmi çok yerde oynamamıştı, hatırlıyorum. Koca Beyoğlu'nda bir tek emektar Yeşilçam sinemasında oynamıştı. Barselona'nın turist olarak gittiğinizde görme şansınızın olmadığı bir yüzünü konu alan film, Javier Bardem'in kaçak işçi mayfasında ayakta kalmaya çalışan ve çocuklarıyla hayat mücadelesi veren bir babayı canlandırdığı Biutiful, adı gibi çarpık ve güzel.


Filmin diğer cazibesi ise, Innaritu'nun alışık olduğumuz zaman kırılmaları yahut farklı hikayeleri fırtınalarla birleşmeleri yok. Paramparça Aşklar ve Köpekler, Babil ve 21 Gram gibi başyapıtların yanına Biutiful nadide bir gerçeklik madalyonu gibi geçmiş oturmuş köşesine.

Barselona'lı efsane mimar Gaudi'nin bitmemiş olduğu halde dünyaca ünlü hale gelmiş eseri La Sagrada Familia bazilikasını, büyük metropolün kenar mahallelerinden gördüğünüz anda, hikayeye inanmaktan başka çareniz kalmıyor. Çünkü en güzel mimari eserlerin dibinde şarapçılar yatar - ve bu dünyamıznın gerçeğidir. Bir yönetmen olarak Innaritu ise bu şaşmaz gerçeği gelir gözünüze sokar.


Oyunculuğa dokunacak olursak, Javier Badem'e mi yoksa Innaritu'ya mı teşekkür etsem bilemedim. Yönetmen olsam, ilk isteyeceğim oyunculardan biri olan Javier Bardem, bu filmin göbek taşı gibi. Zaten Cannes'da onu bu filmdeki üstün oyunculuğundan dolayı en iyi erkek oyuncu ödülüyle taçlandırdı. Olan biteni adamın gözlerinden alıyor seyirci. Dialoga gerek duymayan, öylesi bir oyunculuk... Hem kaçak işçi mafyasında vicdanlı bir adam, hem ayyaş ve seks bağımlısı ex-karısına rağmen çocuklarını büyütmeye çalışan bir baba, hem de ölüleri duyan bir psişik! Gerçek olabilir mi? Oynanmış, olmuş. Böylesi bir oyunculukla şüpheye bile düşmüyor insan.


Innaritu'yla henüz tanışmamış olanlar varsa şayet, boğazınıza düğümlenecek bir kaç kuru gerçeğe hazır olun. Ama böyle bir yönetmenle aynı çağı paylaşıyor olmanın da mutluluğuna varın. Rutkay Aziz'in Altın Portakal Film Festivali'nde almaya hak kazanmış olduğu Sosyal Sorumluluk Ödülü'nün konuşmasında da dediği gibi, sanatçının işi bu gerçekleri su yüzüne çıkarmak, dünyanın farkında olmaktır. Ve sinema bir barış sanatıdır. Biutiful ise, bir Senegal'li, bir İspanyol ve bir Çin'linin yollarının kesiştiği noktada, çirkinin içindeki güzeli gösteren nadide bir sanat eseridir. Emeğine sağlık Innaritu. (ve ismindeki aksanlı harfleri klavyede bulamadığım için beni affet...)


hil'alem...

19 Ağustos 2011 Cuma

Sziget Müzik Festivali ve vosvostan vakitler şenliklice...

Olayın adı: Sziget Müzik Festivali 2011
Lokasyon: Budapest - Hungary

Katılımcı 1: Me Myself and I - Häfele
Katılımcı 2: Merih İnal Dereli - İşbankası
Katılımcı 3: Engin Güzel - Abdi İbrahim'di Borusan oldu :)
Katılımcı 4: Ali Ortaç / Müco - Unilever
Katılımcı 5: Barış Ekinci - Turkish Bank

(soldan sağa)


Nasıl başladı bu yolculuk tam hatırlamamakla beraber en önemli etken içimizdeki "kaçma" dürtüsüydü. Neşemize rağmen yaşamaya devam eden nihilist taraf sağ olsun, dünya görüyoruz...Yalnız kalmayı sevmekle beraber yıllardır görmek istediğim balkanlara yalnız değil de şenlikli gitmek lazım diye düşünüp liseden can ciğer dostlara sordum; "Bi Dubrovnik falan mı yapsak? seneye de AB oluyormuş, vize falan uğraşmadan?" Balkan çiganı Engin sağolsun "böyle böyle bir festival var Hilal, adı da Sziget!" Sonra baktık okuduk biraz, line up çigan dolu, line up şenlik dolu. Güzelim şehir Budapeşte'nin ortasında bir adada (sziget ada anlamına gelen bir kelimecik zaten) Sziget diye bir şenlik 2011 yılında reşit oluyormuş, daha bizim anca haberimiz oluyor! Hesaplar yapıldı, gönüllüler ellerini kaldırdı, başladık çalışmaya. Şeker şeker türkçe konuşan konsolosluk görevlileriyle muhabbetler, parası olanlara multiple, olmayanlara single entry'li schengenlerle sonuçlanırken, bazılarımızın uçak bileti ikişer kere iptal oldu! ve hatta line up'ın güçlü sesi sevgili Amy Winehouse hakkın rahmetine kavuştu. Bu kadar aksiliğe rağmen, tırsmadık - devam ettik.
Bazılarımız Belgrad üzerinden, bazılarımızsa Hezarfen misali direk İstanbul'dan Budapeşte'nin Peşt'indeki havaalanına ya da Nyugati Pu tren istasyonuna vardık. Keşif grubu olmak mekana 12 saat öncesinden varmamdan dolayı bana düştü. Ben de havaalanında festival kuşlarının üşüştüğü kiosktan gerekli bilgileri ve beni 10 gün boyunca tüm toplu taşıma araçlarına biletsiz parasız pulsuz bindirecek ve tüm tarihi spa merkezlerine bedava giriş hakkı verecek olan Citypass adlı bilekliğimi alarak Sziget'in kapısına kadar giden otobüsüme bindiiim...

10 Ağustos'ta başlayacak olan festivalin girişindeki görkemli hoşgeldin-welcome-bienvenue vs. bayraklarıyla donatılmış demir yaya köprüsünden geçene kadar sırtımdaki çantaların ağrısı ve yerlerdeki çamur dilemasından dolayı festival havasına girememiştim. Ama önüme çıkan üç beş hollandalı Szigeeeeeet diye bağırarak elleri havada üzerime doğru koşmaya başlamasıyla "tamam" dedim.."artık şenlik başlasın" :D

Tabii kocaman adanın 55 sahnesinden biz Sziget 5'lisi nereye yakın olmak isteriz? WC'ler nerdedir? Nerde yer içeriz? Gölge bi yer bulmak lazım. Yerler de çamur, tüm kızlar dizlerine kadar çamur sıçratmış, yoksa güneş çıkmıycak mı acep; gibi sorularla kendimi girişteki alkol kontrolünden geçmiş, sağda çantadaki şaraplarını bitirmeye çalışan festivalcilere el sallayarak adada yürürken buldum. Ana caddenin adı Bob Marley Avenue. Bu caddeye paralel sokakların isimleri Jim Morrison, Jimmy Hendricks, Kurt Cobain, Janis Joplin vs. gidiyor... Yani en sakin haliyle bile Sziget sırf sokak isimleriyle ayaklı konçerto mübarek.

Bu arada böyle iştahla anlatıyorum ama biraz da maliyetlerden bahsedecek olursak, baktinde alınmış uçak bileti 150 €, Sziget Camping bileti 200 €, vizeyi kendiniz alırsanız 60 € cuk da o. Festival'de de güzel güzel yiyip içtiğimiz halde anca 200 € harcayabildik. Aslında bakarsanız Alaçatıda bir tatil = Sziget'e beş kere gitmek gibi birşey...Pasaportu unuttum, hiç yurtdışına çıkmamış olanlara Sziget biraz sert gelebilir :D Ama inat eder de siftah Sziget olsun diyen olursa pasaportlar da çiplisinden güzel bir 200 TL'ye geliyor sanırım, süresiyle birlikte :)

Festivale dönecek olursak, Bob Marley'den Janis Jopley sokağına dönüş yaptım ve kocaman ağaçların altında sarışın üç beş kız görünce, bizim arkadaşların gözü ve gönlünü düşünerek - evet bu kadar düşünceliydim onlar için :) - oraya doğru yöneldim. Festivaldeki 400.000 kişinin 250.000'i gibi bu komşularımız da Hollandalıydı. Belçika'da geçirdiğim vakit sağolsun, festivalin en ortak dilini rahatça anlamakla beraber Macaristan'da macarcadan çok hollandaca duymuş olmanın sıkıntısını Türk'ünden tutun da İrlandalısına kadar herkes yaşadı :) Bu arada ekşi sözlük yazarı olaydım da bugün "İrlandalılar ne şeker insanlarmış arkadaş! ben bugün bunu gördüm!" diye entry gireydim! :) Çadırı kolayca ve yardım almadan kurabilmenin verdiği gururla festival alanında para değil de akbil gibi işleyen Festivalkartya geçerli olduğundan info kiosklarından birine doğru yürüdüm, kartımı aldım, içine HUF yani macar forintleriyle doldurdum ve kendime güzelinden bi kahve ısmarladım. (350 forint yani 1.5 € bile değil.)

Belgrad'dan ağrı gelecek olan Engin ve Merih sabah 5 buçukta ordayız telefonunu duy dedikleri için bu yüklemeye ihtiyacım vardı. Bu arada güvenlik meselesine gelecek olursak, Sziget insanının gözü de karnı da tok, ama yine de hırsızlıklara mahal vermemek için bedava kullanabileceğiniz lockerlar var. Bir de geçen seneye göre accık fiyatların artmış olduğundan olsa gerek, yakınlarda konuşlanmış Auchan adlı süpermarkette çadır, uyku tulumundan tutun da LCd televizyona kadar ürün yelpazesi vardı. Bu detayları geçiyorum; bir şekilde hayatta kalabileceğinizden emin olun, Budapeşte'de çok zor ölür insan. Hele Sziget'te ölürse de mutlu ölür diyeyim :)

Hollanda ve İrlanda'lı komşularla line up, Türkiye, neden başörtüsü takmadığım vs. gibi girizgah konuşmalarını milyonuncu kez yaptıktan sonra biraz adayı turlayıp, süper marketten aldığım turuncu plaj sandalyeme oturup, yakındaki Meduza parti çadırından ve Pringles mix party areanadan gelen bas, trans sesleriyle ağaçları seyre daldım. Bi ara iki ingiliz kız üç beş hollandalı çadırım önünde muhabbet vs. Day -1'ı festivalin birası olan Dreher ile kutluyorlardı. 18 yaşında hollandalı bir velet 26 yaşında ingiliz bir kızın sarhoşluğundan istifade ederek hem telefonunu hem de iyi geceler öpücüğünü aldığında ben artık yorgunluktan geberiyoddum; Bi de baktım gece olmuş! Hadi goede nacht deyip, tir tir titreyerek, uyku tulumu almadığıma pişman olarak kat kat giyinip, gece 10 dereceye kadar düşen macar atmosferine küfürler yağdırarak güzel? bir uyku çektim :D

Sabah Engin ve Merih'i bir anne sevgisiyle iki sütlü kahve elimde yollarda karşıladım :) Merih'teki darbukayı görünce içim bi kıpır kıpır oldu ama "dur kızım daha saat altı buçuk!" diyerek gem vurdum hislerime :D çadırlar kuruldu, ada keşifleri yapıldı ve Day 0 deli bir Prince performansına doğru hazırlandı yavaş yavaş...Domuz eti yemeyen bizler karnımızı yugoslav hamburgeri, chicken nugget anlamına gelen pipi boxlar ve italyan pizzalarıyla doyurduk. Festivale yakışır uluslararası bir mutfak yelpazesi görmek de hoş oldu.

Festival burda anlat anlat bitecek gibi değil, ama unutulmazlarından seçmelerle devam ediyorum; Ana sahne, Dünya Müzikleri sahnesi ve Alternatif sahne arasında gidip gelen ben tabii ki zamanımı hitlere değil kendi zevkime göre ayarladım. Millet Chemical Brothers'dayken ben Gotan Project'te, millet Prodigy'de - ki allah onları bildiği gibi etsin - tepişirken ben Oi Va Voi konserindeydim.
Gotan Project konserine giderken bir alman, bir fransız, iki portekizli ve bir brezilyalının harika bir sinerji yarattığı bir grupla tanıştım, onlarla beraber Gotan'da tango yapıp sonra Amsterdam Klezmer Band'ın sahne aldığı Roma Sahnesine gidip deli çingeneler gibi tepiştik! Szigette geceler uzun, uyku süresi ortalama 3-4 saat. Kahkahası ise adamı gençleştiriyor.
Gogol Bordello öncesi palinkaları içip ortama kolay bir geçiş yapmış olan ben ter kokusundan bayılmamak için kendimi arka sıralara atıp biraz festivali ve delilerini seyrettim. Onlardan biriydim ama ara sıra büyük pencereden bakmak gerekti :) İstanbul'da Babylon sahnesinde biletleri 100tlden başlayan bu adamların deliliği Sziget'e çok yakışmış; her sene gelsinler. Goran Bregovic ise, kendisine hasta olmakla beraber, bu sefer yanında Alen Ademovic değil de diğer solist çocukla çıktığı için üzüldüm. Ama Goran; herzaman ki Goran. Dünya sahnesinde önce 257. sırada iken, dayanamayıp, enerjimi toplayıp, en ön sıraya kadar gidip, şarkıların hepsini bildiğimdem yanımdaki rus çiftin "sen nerelisin? e türksen şarkıları nasıl biliyosun?" sorularına maruz kaldım :)
Bir de yine alternatif ve dünya sahnelerinde iki isim vardı ki, günün şarkısı blogunu takip edenler bileceklerdir; Hindi Zahra - çöllerin Billie Holiday'i, ve Debout Sur le Zinc! güneş yüzlü keman çalan vokalleriyle bizi bizden alan müzikleri. Allahım sana geliyorum dedim bir ara. Bizimkilerin Macar kız sevdasından accık da olsa darlanmış, ruhumun derinliğine müziği tepiştirdikçe tepiştiriyordum. Tabii bunların hepsi prime time'da oluyor. Saat 12 dedi mi bünyeye gerekli içecekleri alıp (bira 530 huf; şarap 230 huf; kokteyller 1500 huf gibi fiyatlara sahip yani max. 5 euro o da pahalı kokteyller )ya Pringles Mix tent, ya Burn Party arena ya bizi uyutmayan Meduza çadırına gidip (çadır dediğime bakmayın - bi ikibin kişiyi alacak mekanlar bunlar) Hollanda Styla trans müzikseverlere dönüşüyorduk.
Canı çingene müziği çekenin Roma çadırına gittiği, Reggea olmak isteyenin Reggea sahnesine koştuğu, heavy metal sevenin - ki sevmediğim halde iyi parçaları olan Within Temptation'ı da seyrettiğim - metal ana sahnesine yuvarlandığı, müzik istemeyenin ağaçlar, güneş ve Budapeşte havasıyla bir mayhoşlaştığı cennetten bozma bir mekandı Sziget. Toz topraktan ve çadırlarımızda dolaşan börtü böcekten pislendikçe duşlara ya da şehrin yüzlerce yıllık spa merkezlerine gittiğimiz bu on gün çoğunlukla Sziget'te geçti fakat yeri geldi atladık yeşil trenimize şehre indik. Gulaşımızı yedik, "Türkler'in hüküm sürdüğü karanlık dönemlerde yıkılan bu bina..." vs ile başlayan monument açıklamalarını utanarak okuduk, Macarca'yla Türkçe'de tam olarak aynı olan "Alma var cabimda" (elma var cebimde) cümlesini bir çok macardan duyduk. Sevdik bir Budapeşte'yi sevdik! :) Sıkılan ve yeter artık diyen olmadı. 15'inde biten festivalden sonra 17sine kadar kaldığım Unity hostel ise bu şenliğin koşturmacasının üzerine 5 yıldızlı otel gibi geldi. Çarşaf ve yastıklara teknolojinin son icadına bakan aborjiin gibi bakarken buldum kendimi bi ara!
Sonra şehre indik...Şehirde iki günü daha olan ben ve terk-i diyar edecek diğer Sziget katılımcıları Vörösmarty Ter adlı meydanda ülkenin önemli şairlerinden Vörösmart heykeline bakarak, Let it Be çalarken bizim zırtopozları ağlama seviyesine getirebilecek bir sokak müzisyencisine kulak kesilerek çimenlerin tadını çıkardık. Sziget'i ve gelecek Sziget'leri düşündük.
Ali'yi İstanbul'a, Engin ve Merih'i dönüş uçaklarının olduğu Belgrad'a, Barış'ı da Prag'a uğurladıktan sonra, Szigetten ve gecenin çadırdan sızan soğuklarından hatıra gribim ve ben, Budapeşte sokaklarını gezdik sakin sakin. Kalesine çıkıp, köprülerin ihtişamına bayılıp, gelip geçen tekneleri İstanbul'dakilere nazaran çirkin bularak, kah tren, kah otobüs, kah metro Citypass'ımla girilecek en güzel Spa merkezlerinde 40 derecelik açık havuzlarda keyifler yaparak, iş başı gününün yaklaşmasının gerginliğini atmaya çalıştım :)

Büyük Market Hall'da kaz ciğerlerinden tadıp, minik bi kutucuk alıp, esnafla muhabbetti de atlamadan, küçük küçük hatıracıklar aldım. Budapeşte bu, unutmamak - unutturmamak lazım :) Sonra vurdum kendimi şehrin en yüksek noktasına, Kale'ye ve şehrin en büyük galerisine. Orda da yanıma kutlama için aldığım Heineken şişesini açmaya çalışırken yaklaşan ve açacağım var isterseniz diyen hanımefendi teyzeyle ilginç bir dialogum oldu :) Ben nerelesiniz diye sordum; Macarım dedi. O nerelisin dedi; Türk'üm dedim. İstanbul dedim :) Çok kibar kesinlikle ırkçı olmayan bir sesle "İçerde bir sergi var, türklerin burda hüküm sürdüğü karanlık dönemleri anlatan bir resim sergisi, bence görmelisin" dedi...ben yutkundum. Kendimi Irak'taki Amerikan turist gibi hissetmekle beraber, "evet okudum birşeyler, tabii bakarım, teşekkürler - açacak için de!" dedim...ve sessizce yumuldum Hollanda'nın kutsal suyuna...

Operası, Listz'in memleketi olması, her yerinden müzik tiyatro vs. fışkırması, beni benden alması...Basilicası, Szechenyi Spa'sı, Gellert's Spa'sı, Mustafa Paşa'nın favorisi olan Lucas's spası derken camışlar gibi hamam-havuz-bahçe triosunu yapmakta ve sonra yiyip içmekte olduğumuzu farkettim bir an. Tabi bizim beyler daha çok Axe Action ürün lansmanı standında erkeklere duş aldıran kızlarla muhabbette idiler. Kapitalizm orda da bir şekilde kanca atmasını biliyordu hayatlarımıza :D Neyse, herkes memnun, kavgasız dövüşsüz :) ülkelerimize sağ salim döndük, ve Budapeşte'yi düşündük.

Hatta mesai saatleri içinde hayaller kurdum; Seneye line up'ta bir Brazzaville olsa, bir Cirrus olsa, bir Paolo Nutini olsaaa...


Biz seneye yine oradayız.. Bunca zaman niye gitmemişiz onu düşünüyoruz...

hil'alem

18 Ağustos 2011 Perşembe

farkındalık monologu

-Siz? Siz o değil misiniz? Evet evet! Sizi tanıyorum. Aydınlık bir sayfanın tam ortasındaki manşetten hatırlıyorum sizi! Siz "FARKINDALIK" değil misiniz?

-Ben hayranınızım sizin. İstanbul'da kocaman yeşil demir bir kapısı olan koca bir ülkede tanışmıştık sizinle! "NEDEN?" demiştiniz evet. "NEDEN? demelisin" demiştiniz.

-Darüşşafaka'da tanışmıştık sizinle. "DÜŞÜN!" demiştiniz. "DÜŞÜNMEDEN KONUŞMA!" demiştiniz.

-Daçka'nın her köşesinden duyulurdu sesiniz, çok iyi hatırlıyorum; "GÖR!" demiştiniz, "OKU!" demiştiniz. İlahi bir gençliğe hitabet gibiydi sesiniz, hatırlıyorum.

-Kitap gibi kokardınız. Bir de sahne tozu gibiydiniz. Ya da keman yayı reçinesi. Siz "FARKINDALIK" değil misiniz?

-Tanışmıştık evet. Yeşil kapılı ülkede karşılaşmıştık. Müzik Odalarının koridorlarında da vardınız, Fizik laboratuvarlarının sülfür kokusunda da...Siz orda öğrendiğim "FARKINDALIK" değil misiniz?

-Sinema salonunda projektörün arkasından göz kırpmamış mıydınız? Fotoğraf makinasının vizöründen "PERDE" dememiş miydiniz?

-"TOPLUM" demiştiniz, "HOŞGÖRÜ" demiştiniz, "EMPATİ" demiştiniz.

-"KÜLTÜR" demiştiniz, "SANAT" demiştiniz, "FARKINA VAR" demiştiniz.

-"DÜNYA GÖR" demiştiniz, "GEZ SEYYAHLAR GİBİ" demiştiniz.

-Amfi tiyatronun basamaklarında yankılanan sesin içinde ve AKM yoluna düşmüş bir okul otobüsünün muavin koltuğunda oturmuyor muydunuz?

-Sizi o koca kütüphanenin eski kitaplarının arasında da görmüştüm! Sait Faik'in mavi mavi kitaplarının rafından gülümsemiştiniz bir kere hatta hatırladınız mı? "SARIL KİTABA" demiştiniz...

Biz "hatırlıyoruz"
Biz "farkındayız"...
Biz bize verdiğin her harfi cümle yapıyoruz. Roman oluyoruz...

Biz toplumun farkında olan bireyleriyiz.

Biz "Darüşşafaka'lıyız"

9 Temmuz 2011 Cumartesi

çınar ağacı


çınar ağacı

ayakları yere basan
ama aklı hep havada...

çıkını gerçek,
zihni düş dolu...

hil'alem

5 Temmuz 2011 Salı

öykü kırıntıları

5

kaldırımdan değil de kaldırımın hemen bitişiğinden yürümeyi severdi Marienne. Her gün gidip geldiği yeşillikli yolda küçük bir kilisenin yanı başında bir cafede bulduğu işine giderken bisikletlerin rüzgarını kolunda ve yüzünde hissetmek ve karın altına gizlenmiş yeşillikleri izlemekti tek derdi. Diğer dertleri ancak ve ancak bu ayinimsi tekrar son bulduktan sonra düşünmeye başlardı. Köşeyi dönerken gazeteci çocuğun yerde gezinen bir kuşu ezmemek için direksiyonunu kırarken bisikletten düştüğünü gördü. Hemen yanına koştu. On beş on altı yaşlarında ten rengi ve güzel gözlerinden fas asıllı olduğu belli olan çocuğun dağılan gazetelerini toplamasına yardım etti. Çocuksa ağladı sessiz sessiz. Canı yanar gibi değildi ama çok içli bir ağlaması vardı.

- İyi misin? Bir şeye ihtiyacın var mı?
- Var...
- Yardımcı olmak isterim, susma söyle...
- Geçen hafta vurulan o çocuk var ya hani.
- Evet... Şehrin ırkçı manyaklarının vurduğu; çok üzüldüm...
- Abimdi o benim. Beraber yaşıyorduk...
- ...
- ...
- Adın ne senin?
- Mouhsine.
- Mouhsine gel sıcak bir kahve içelim. Şu köşede benim en sevdiğim kafe var; Zeezicht. Şu geçen bisikletlerin rüzgarını hissedebileceğimiz de bir masaya oturalım olur mu?
- Olur...


hil'alem
-

28 Haziran 2011 Salı

öykü kırıntıları

4

Hayır, o olamaz! desem de; Ayak sesleri yükseliyordu. Yokuş gün ortasında içimdeki ritmi bangır bangır duyabileceğim bir sessizliğe bürünmüştü. Kahvenin telvesinden garip ve muhtemel geleceği düşleyen ve merak eden ben, koca bir geçmişle karşılaşmıştım. Üç yıldır sesini duymaktan çekindiğim, görmek istemediğim, köşe bucak kaçtığım ve zaman zaman karşılaşmamak için "Hey gidi İstanbul, yardım et bana kalabalığınla" diyerek uğruna taştan şu şehre bile şükrettiğim o ademoğlu...Hiç değişmemişti. Arnavut kaldırımı taşlarla kaplı tarihi sokağa sırtımı dönmüş, onu görmemeye çalışıyordum. Ne oldu da sustu bu insanlar? Neden kimse bağırmıyordu? Bu sarsıntı neden? Kahve mi çarpıntı yaptı acep? Sırtımı delip geçen bakışlarından olsa gerek...Ne kadar olmuştu? Şaşıracak kadar çok, affetmeyecek kadar az bir vakit olsa gerek ki adrenaline laf geçiremiyordum. Kahve yerine sert bir şeyler mi söyleseydim? Basın mensupları gideli ne kadar olmuştu?

Yokuştan aşağı tozlanmış bir umut yuvarlandı...yuvarlandı...yuvarlandı...yitti.

Sokağın sesi tekrar yükselir gibi oldu. Falımda yeni yollar, yeni kararlar, balık, kaplumbağa, kalp vs. İçimdeki ritim kendine gelir gibi oldu derken tozlanmış bir yalan yokuşu tekrar tırmandı...tırmandı...tırmandı...bitti.

Hep bu arnavut kaldırımı taşlar yüzünden. Kaderimizin topuğu taşların arasına mı sıkıştı nedir? Yoksa çok takunyadan hayaller miydi bizim kurduklarımız? Ne olduysa oldu, ama ayağımız kaymıştı bir kere.


hil'alem

27 Haziran 2011 Pazartesi

"Nefretsiz Sokak" ve barışın kol gezdiği mahalleler


Farklılıkların renk katması gereken dünyamızda yeri gelir sığ bir benzerlik arayışına düşer toplumlar. Kendi renginden, dilinden, dininden, şehrinden, mahallesinden ve hatta ailesinden olmayanı dışlayan manipule eden, rahatsız eden, yok yere düşman eden, neo-saçma bir anlayışa kapılırlar. Toplumdur hata etmiştir, fakat bazı hatalar büyümesini, dallanıp budaklanmasını engelleyemeyeceğimiz nefret ağaçlarına dönüşebilirler ve tehlike bu noktada kalıcı hale gelebilir. Bu noktada hükümet ve yerel yönetimler – ülkemizdeki ve birçok Avrupa ülkesindeki gibi- ırkçılıktan ve farklılıklardan prim yapacaklarına, oy toplayacaklarına nefrete karşı kampanyalar yürütmelidirler. Devlet ve sivil toplum kuruluşları barışın suyu olmalıdır. Yerel yönetimler farklılıkları değerlendirmeli, avantaja dönüştürmelidirler; Tıpkı Belçika’da “Nefretsiz Sokak” kampanyasında olduğu gibi.

Lise yıllarından sonra bir sene süreyle kültürel bir değişim programıyla Belçikalı bir ailenin yanında, Antwerpen şehrinde yaşadığım süreçte şahit olduğum bu kampanya yüzbinlerce insan tarafından desteklendi. Nefretsiz Sokak kampanyası 2003 yılında artan ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntıların ana kaynağının Avrupa’ya yapılan göçler olarak görülmesi, Fas asıllı bir gencin sadece Fas kökenli olduğu, “farklı” olduğu için, öldürülmesiyle patlak veren ırkçı bir hareketin karşısında durmak ve anlayışla vahşete boyun eğdirmeyi amaçlıyordu. Bu manasız vahşete dur demek, cinayetleri sevgiyle kınamak ve beraber yaşamayı öğrenmek için yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla yürütülen kampanyada sokak tabelası tasarımında bastırılmış milyonlarca “Nefretsiz Sokak” afişi bölge halkının camlarını süsledi. Özellikle Antwerpen gibi ırkçı hareketlerin korkutucu şekilde arttığı şehirlerde kampanya inanılmaz bir başarıya ulaştı. Fas, Tunus gibi kuzey Afrika ülkelerinden ve Polonya, Türkiye gibi Avrupa Birliği adaylığı sürecinde ya da yeni yetme üyeliğinde can çekişen ülkelerden gerçekleşen göçler sonucu çok farklı kültürlerin bir arada yaşamakta olduğu on milyon nüfusa sahip Belçika’da, kişiler “Nefretsiz Sokak” kampanyasıyla nefreti değil, barışı körüklemeyi seçtiler. Yaşanan vahşet dolu ırkçı hareketlerin karşısında olan her birey, her aile, her kurum, her fırın, her kafe, her bar “Nefretsiz Sokak” afişleriyle barış yanlısı olduğunu gösterdi. Bir arada yaşanabileceğini, sorunların nefretle hiçbir yere gelemeyeceğini kanıtladı.



Bu yüzden, halkların farklılıklarından kendilerine çıkar sağlayan yönetimlere ve kurumlara seslenmek istiyorum; benzer kampanyaların ülkemizde de yürütülmesi için bir şeyler yapın! Halkların kardeşliği için, nefreti değil barışı körükleyin!

hil'alem

Fotoğraflar:
Emre Celikcan
Tim Broddin
Rene Rotterdam
Lisa Daveltere

öykü kırıntıları

3

...merdivenlerin gıcırdaması salondan gelen piyano sesine karışıp aklımın köşesinde şizofren bir aria besteliyordu. Daha fazla katlanamadım benden daha fazla sevdiği piyanosuyla aşk yaşar gibi vakit geçirmesine. Benim için çaldığı ve gözlerimin içine bakıp daha da kaptırarak çalmaya devam ettiği günleri düşünmeyi de bırakmalıydım artık. Hesse'nin kitaplarından fırlamış sakat bir müzisyen ve güzel sevgilisi Gertrud gibiydik.. Yapamıyorduk artık. Geçen ayın Atlas dergisini taşınma telaşından bir türlü okuyamamıştım. Belki biraz okursam savarım bu düşünceleri aklımdan. Haftasonu şu bahsettiğim pansiyona gidelim desem gelir mi acaba? Piyanosuz?


hil'alem

25 Haziran 2011 Cumartesi

öykü kırıntıları

2

...yolculuğunun ilk gününü düşündü. ceviz ağacının yapraklarının arasından odasının camına vuran ışık huzmelerine giderayak hüzünle bakışı geldi aklına. Gecenin sessizliğinde tütünün yanarken çıkarttığı çıtırtı sesini bile duyabilecek sessizlikte sigarasından bir nefes daha aldı. Verandadan koyun karşı yakasında balıkçıdan dağılmaya başlayan gezgin müzisyenleri gördü. Onlar bile bitiriyorsa geceyi saat hayli geç olmalıydı. Yerinden kalkıp gramofona doğru ilerledi ve eski bir Billie Holiday plağı taktı. Yatsam iyi olacak diye düşünüp sigarasını yarısına gelmeden söndürdü.


hil'alem

öykü kırıntıları

1

rüzgarın sesine dalıp içi geçen Chardonnay, rüzgarla hareket eden perdenin sesiyle sıçrayarak uyandığında, en yakın kasabanın maymun patikasından 4km doğuda olduğunu hatırladı. Şömineye bir kaç odun atıp verandaya bakan camın yanındaki bambudan sandalyesine oturdu, tiftikten battaniyesini dizlerine çekti ve karanlığa doğru bir sigara yaktı...


hil'alem