19 Temmuz 2024 Cuma

öykü kırıntıları…

suyu tepeye dikerken ağzın kenarlarından akan suyun ıslatmasını umursamayacak kadar sıcak bir hava vardı istanbul’da. ıslak tişörtlerle gezerdi evin içinde klimasız yaşam konusunda büyük bir direnç gösterdiği için. klima kötüydü, klima sürdürülebilir değildi, klima zarar ziyandı, kapitalizmin icadıydı. klima yeri geldi mi gezegenin içini kemiriyordu ateşini çıkarıyordu… 

o sırada kapı çaldı. 60tl indirim kuponuyla daha ucuza getirdiği yemek siparişini getiren kuryenin kadın olması sevindirmişti içindeki feministi. televizyondan dinlemekte olduğu spotify ihtimallerin heyecanına üzülüyorum ismli büyük ev ablukada parçasını çalıyordu. vantilatör çamaşır makinesinden çıkartıp nemiyle doğrudan giydiği tişörtüne doğru üfürüyordu ifil ifil. tatlı bir meltem misali… okumakta olduğu hakan günday kitabına dönüp manasız hayatlar yaşayan piçlere dair biraz daha bilgilenmek istemişti canı. çünkü piç çoktu… bir gün bir piçle karşılaştığında onu iyi amlamalıydı… 

25 Haziran 2024 Salı

Aşk’a dair…


Spotify tavsiyesi: https://open.spotify.com/track/44mH1NlEgck2bJVksriMIE?si=MZRJ81X8TPKesr7aAs9ykQ


ya ben aşıktım 

ya da bana aşıktılar…

bir türlü denk gelmedi şu bana aşık aşıklar…

sevgi emekti diyerek kalbe soktuklarımız aşkı beceremediler.. 

aşkın marjinal fayda eğrisine bir çare bulamadılar.

bazen de antik yunanın başka anlamlara gelen aşklarına daldılar…

kelâma, musikiye, insanoğluna, doğaya, kitaba, piyanoya, viyoline aşıktılar… 

normal şartlarda’nın adem ile havvası, bu türlerde mevlana-şems, van gogh-teo, ya da farzı misal kahin ve kainat oldular…

amma velakin, bilimsel olarak bir kaç atomla ifadeye indirgenebilen dopaminimsi, seratoninimsi ve oksitosinimsi açıklamalardan medet umdular. “özgür irade yoktur, kararı hayvan tarafımız veriyor” der hale geldiler…

demem o ki, konu karışık çok da irdelemeyelim deyip, bilmecenin ucunu yine açık bıraktılar… okura/izleyiciye bıraktılar…

11 Haziran 2024 Salı

öykü kırıntıları...




uzun bir aradan sonra ilk kez salata hazırlamıştı kendine iştahla… tüm gün hiç acıkmamış olmanın verdiği memnuniyet, tartıda gördüğü astronomik rakamlarla yaşanan şoklar ve kız kardeşinin dolapta bozulmasın diye getirdiği - hızla tüketilmesi gereken - salata ve biberlerin haleti ruhiyesi, son olarak mutfağa değneksiz gidebilmenin verdiği gurur! evet salata yapmıştı alkışlayın ulan! bol sızma zeytinyağı kullanmış, marul domates ve salatayı aynı bambu salata kasesinin içine atmış ve marulları bıçakla değil elleriyle parçalamıştı. çünkü öyle daha lezzetli gelirdi ona, brezilyalı efsane bir kadından öğrenmişti bu detayı. Belçika’ya göçmen olarak gelmiş, psikoloji diplomasını AB ülkesinde kabul ettirememiş ve aşçılık ile kariyerine devam etmiş çılgın bir kadından öğrenmişti bunu. Fatima… ama ç ile okunuyor, Façima! iyi gelmişti kendine salata hazırlamak… 

mutfak mühimdi. önemli yolculuklarımızda aç kalmak ya da bok püsür yemek iyi gelmezdi… Şehirlerarası otobüs yolculuklarını düşünün. İlla spiritüel bir yolculuk olmasına gerenk yok..

arada biraz daydreaming yaptı... sonra tekrar döndü yeryüzüne...

ChatGPT’ye Platon ve Tanrı arasında bir diyalogdan oluşan bir oyun yazdırmıştı geçenlerde. Acaba ona mı devam etse diye düşündü…

her halükarda yazmak gerçekten de insanın kafasını boşaltıyordu. Yine büyük büyük projeler düşünmeye başladığı için saçmalayabilirdi bu noktadan sonra. Ne düşündüğüne dikkat etmeliydi. Bazen yapardı öyle büyük büyük planlar. Sonra saçmalama kızım derdi kendine ve otururdu... 

kitapları, kedileri, evi ve ne olursa olsun orada olduğunu bildikleri. Hızlandığı dönemlerinde kendini yavaşlamaya odaklamasını hatırlatan sevdikleri... melatoninle derinleştirdiği düzenli uykuları... inişleri çıkışları... tam bir ikizler burcuydu...


10 Haziran 2024 Pazartesi

öykü kırıntıları…

Bu aydınlanmayı yaşarken mutfakta çilek yıkıyordu. yaşadığı tüm çalkantılarda ortak bir nokta olduğunu anlamış, hayatın ona her yerden sağlıklı yaşa diye bağırdığını ancak ve ancak mutfakta o çileklerin yeşil kafalarını suyun altında koparırken duymuştu. içselleştirmişti de galiba terapistinin dediği gibi. içselleştirmek mühim bi konu… alınmayan işler, terk edilişler, yoga matında hayvan olduğunu keşfedişler, kadim bitkilerle doğanın çığlığını duyuşlar, komşunun tuvaletinde işediği anda gördüğü halüsinasyon, döngünün bir parçası olduğunu hissettiği tüm hüşu içindeki anlar… artısıyla eksisiyle hep sağlıklı yaşa diye bağırmıştı hayat! sait faikte hişşt hişşt diyen alan watts masalında sen ne yapıyosun küçük balık diyen ses, varoluşun ta kendisi ona kendine iyi bakacaksın demişti. e artık anla be kızım. kalk o bardağın içindeki külleri çöpe dök ve küllük getir… ananın sözünü dinle:) 

devam… 

carla bruni’nin french touch albümündeki just a perfect day icrasındaki misali mükemmel bir gün geçiriyordu. bu sağlık aydınlanmaları üzerinde biraz kafa yormak, hangi kitabı okusam diye biraz düşünmek ve televizyondan bir belgesel açıp mute’a alarak kendini doğada hissetmeye çalıştı o gün güneş batana kadar… yalan daha güneş batmadı, gün neler getirir bilinmez ama şundan emindi. güzel bi gün geçiriyordu. bırak bazen sessizlik konuşsun kızım… bu güzel günü ezikliklerinle mahvetme! 

kuzeni üniversite sınavına girmişti o haftasonu. boğaziçi felsefe kazanmak için yanıp tutuşurkenki 17 yaşı geldi aklına. kuzenine bir geçmiş olsun dilemek için yaptığı üç-dört dakikalık hafifletici sohbette hafızasının ne kadar iyi olduğuna şükretti. eski heyecanlarını dün gibi hatırlayabilmenin artısıydı bu. ve birine sevildiğini hissettirmenin güzelliği daha da aydınlatmıştı bu tatlış günü… spotify’da saturdaying playlistinden akustik gitar ve vokalden oluşan hafif mi hafif bir parça çalıyordu: all the world is green… süryani arkadaşının getirdiği probiyotikten içti mavi tupperwear çeyiz şişesinden… eveet bir zamanlar tupper onun için saçma ve sadece çeyiz manyaklarınca kullanılan bişeydi ve yargı dağıtıyordu. sonra onun da çeyizinde oldu o şişeden :) 

düşünceleri hızlanmaya başladığı bir döneme girerse yavaşlama ve yavaşlık üzerine okumalar yapmasının iyi olacağını kendine hatırlatmak için cep telefonundan kendine yazarak gönderdiği kısa motto metinlerden birini yazdı: hızlanırsan yavaşlamayı öğren… 

Akın Sevgör’ün o parçası çalmaya başladığında müziğin zaman makinesi özelliğini 78 milyonuncu kez yaşamıştı. Hoop o şarkıyı ilk dikkatle dinlediğin anlardan biri. Boğaz köprüsünden geçiyorsun. yanında daha önce hiç sevişmediğin bi adam. daha kirlenmemiş ortam yani. yüzünde rüzgar. mecidiyeköyden almıştı onu. kadının evine geçiyorlardı. arabanın hoparlörüne spotify ı ile bağlanıp kendi müziğini dinleyerek gitmek isteyen bir narsistti çünkü o… telefonda uygulamadan baktı, Grey Faces imiş adı. çok sever ama karıştırıyor bazen isimlerini sevgili Akın Sevgör…Affet… Berlin'deki bit pazarından aldığı çiçekli tiril tiril ince bol pantalonu ve beşiktaşta ucuz bi ihracat fazlasıcından aldığı los angeles baskılı crop top tişörtü vardı üzerinde… güzel bir gündü…

8 Haziran 2024 Cumartesi

öykü kırıntıları…

Erik Satie’den Gnossienne No:1 çalıyordu önündeki paletten dönüştürme sehpanın üzerinde, etiketlerle süslediği macbookunun direnciyle basları hissettiren hoparlöründen… Dışarda serin bir haziran akşamı vardı, serin desem de hazirana göre anlayın siz. Ağaçlar Herman Hesse’nin şeftali ağacına yazdığı şiirdeki gibi bir aşağı bir yukarı inanılmaz bir hüşu içinde sallanıyordu. Yeni traş ettirdiği kedisi solunda okuduğu kitabın üzerine serilmiş, çocukluğundaki profesöre dönüşen köpeğin öyküsünü getiriyordu karışık aklına. Ama düşünceleri su getiren Getir’in kuryesinin ziliyle bölündü. Ama acele etmeyecekti. Çünkğ siparişin açıklamasına “ayağım kırık” yazmıştı…

22 Temmuz 2023 Cumartesi

Takeshi’s Cashew İstanbul’a hayran

 

Viyanalı psikedelik funk müzik grubu Takeshi’s Cashew, 30. İstanbul Caz Festivali’nin açılış partisinden Park Orman sahnelerine ve Parklarda Caz ile İstanbul’un her yerine duyurdu müziğini… Grupla Park Orman konserleri sonrası müziklerini ve İstanbul deneyimlerini konuştuk.


Garanti BBVA sponsorluğunda gerçekleşen 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında İstanbul seyircisinin tanışma fırsatı bulduğu Viyanalı saykodelik/psikedelik funk müzik grubu Takeshi’s Cashew, festivalin Yeniköy’deki Avusturya Konsolosluğu’nun Avusturya Kültür Ofisi Bahçesi’nde gerçekleşen açılış partisinde İstanbul müzik seyircisinin kalbini kazandı. 3’ü Alman, 3’ü Avusturyalı olan grup üyeleri dinleyiciyi bir trans haline sokabilen muhteşem müziklerini Viyana dışında birçok ülkede sahneliyorlar.  2019 yılında kurulan, enstrümental bir grup olan ve isimlerini Japon bir bilgisayar oyunu programı Takeshi’s Castle’dan esinlenerek koyan Takeshi’s Cashew Türkiye’den yerli sanatçılarla birlikte güzel işler yapma niyetinde. İstanbul’un hayran kaldığı, çoğu alaylı müzisyenlerden oluşan ve sadece davulcu Tobias’ın klasik bir müzik eğitiminden geçtiği Takeshi’s Cashew grup üyeleri ise şöyle: Florian Feit saksofon, flüt, fujara (Slovak çoban flüdü), şakuhaçi (Japon bambu flüdü), bansuri (Hint flüdü), xaphoon, midi saksofon | Jassin B'Shary elektro gitar, bas gitar | Benjamin Zsak elektro gitar, bas gitar, buzuki, synthesizer | Lukas Zettl elektro gitar, synthesizer | Sebastian Antreju Fiedler bongo davulu, cembe, darbuka | Tobias Blessing davul, elektro davul. Spotify’da ve diğer müzik platformlarında ‘Humans in a Pool’ (2021) ve ‘Enters J’s Chamber’ (2023) albümleri yayınlanan grubun 2021 çıkışlı Akihi isimli single’larını da tavsiye ediyor, kendilerini İstanbul’a her yıl bekliyoruz! 


“GELMEDEN ÖNCE FATİH AKIN İZLEDİK”

Türk psikedelik rock grubu BabaZula’yı çok iyi bilen Takeshi’s Cashew üyelerinden multienstrümantalist Florien, “Gelmeden önce İstanbul sahnesine hazırlanmak için Fatih Akın’ın ‘Crossing the Bridge/Köprüyü Geçerken’ müzik belgeselini izledim” diyor. Park Orman konserleri sonrası kuliste gerçekleştirdiğimiz röportajda kendilerine çok yakında Türkiye’nin müziğin eve müzisyenine ışık tutan ‘Sen Kimsin’ isimli bir belgeselin daha yolda olduğunun da müjdesini verdik. Daha önce HAFTA Gazetesi’ne söyleşi veren Cenk Kaptan imzalı yapım yayınlandığında Takeshi’s Cashew gibi bu ülkenin müziğine hayran birçok müzisyenin ilgiyle izleyeceğine şüphemiz yok. 

BARIŞ MANÇO, TÜLAY GERMAN'I DİNLİYORLAR

Takeshi’s Cashew üyelerine hangi müzisyenlerimizi dinlediklerini de sorduk: “70’lerden çok Türk psikedelik rock dinliyoruz tabii, psikedelik bir grup olarak. Barış Manço ile video oyununda karşılaştık ‘İnce ince’ şarkısıyla. Barış Manço, Tülay Geman. Yenilerden Derya Yıldırım, Lalalar. Türk müzisyenlerle birlikte de müzik yapmak istiyoruz. 70’lerde Türkiye’de müzik yapmış olan bir arkadaşımızla - Ozan Ata Canani ile  - de birlikte bir şeyler yapmayı planlıyoruz.”  Instagram sayfalarında kendi müzikleri için “psikedelik kozmo funk” ifadesini kullanmış olsa da biz Takeshi’s Cashew’a yine de müziklerini hangi janr içine soktuklarını sorduk: “Kesinlikle psikedelik - bu bizim için önemli - ancak onun dışında kumbiya, afro beat, biraz kelt müziği, desert rock (çöl rock’ı) da müziğimizde oluşturduğumuz vahşi karışımın içinde yer alan unsurlar.”

“BU ŞEHİR BİZE ENERJİ VERDİ!”

Sadece festivalin açılış partisinde değil, 8 Temmuz’da İstanbul Caz Festivali Park Orman’da da Kovacs’ın headline olduğu ve Okay Temiz ile Riff Cohen’in “Cazda Ortadoğu namesi de çok lezzetli oluyor” dedirttiği bir akşamda ve İstanbul Caz Festivali’nin ücretsiz konserlerinden oluşan ‘Parklarda Caz’ kısmında da sahne aldı, Takeshi's Cashew İstanbul’un gerçek sahipleriyle karşılaşma fırsatı buldukları bu konserlerdeki ilgiden çok memnun kalan grup üyelerine Viyana’ya döndükten sonra bir kez daha sordum: “İstanbul nasıldı sizce?” diye: “Şehir bizi zaten inanılmaz etkilemiş ve bize enerji vermişti. İnsanlar o kadar dost canlısı ki! Festivaldeki ev sahibimiz de bizi çok sıcak ve büyük takdirle karşıladı. Belki bunu 1000 kez söyledik ama böyle güzel bir şehre seyahat edip insanlarına müziğimiz çalabiliyor olduğumuza hala inanamıyoruz. Festivaldeki host’umuz Dilara ile Boğaz turu da yaptık, Balat’a, Kadıköy’e cıvıl cıvıl restoranlara, üniversite kampüsüne gittik ve inanılmaz bir İstanbul deneyimi yaşadık. Çok mutluyuz.” 



15 Temmuz 2023 Cumartesi

Bir avuç güzel insanın öyküsü karşınızda!

 

‘Bir Avuç Güzel İnsan’ Ara Güler Müzesi’nin aynı ismi taşıyan ve edebiyatçı portrelerinden oluşan sergisinin anatomisi... Sergi belgesel, edebiyat dünyasının kahramanlarını anımsama şansı veriyor..


Foto muhabirliği ve fotoğraf sanatının ulusal ve uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcilerinden biri olan Ara Güler’in edebiyat sevgisine dair bu incelikli hikaye, puhutv’de izleyiciyle buluşuyor. Sergi de Ağustos sonuna kadar Yapı Kredi Bomontiada’daki Ara Güler Müzesi’nde fotoğraf ve edebiyatseverlerle buluşmaya devam edecek.


Soldan sağa: Salih Tozan, Orhan Kemal, Muzaffer Buyrukçu, Mücap Ofluoğlu, Samim Kocagöz ve Hüsamettin Bozok.


Bu hafta yayına giren belgesel, çocuk yaştan itibaren okumaya, yazmaya, edebiyata tutkulu bir isim olan Ara Güler’in edebiyata olan merakı ve edebiyatçılarla ilişkilerine açılan bir pencere… “Bir Avuç Güzel İnsan” diye tanımladığı kadim edebiyatçı dostları ise bu hikayede başrolde.

Ara Güler foto muhabirliğinden önce tiyatro sahnesinin büyüsüne kapılan, ardından edebiyata gönül veren bir sanat sevdalısıdır. Ara Güler’in öyküleri, bir fotoğraf karesinin tasvirini andırır. Her biri, onun yalnızca fotoğraflarıyla değil, edebi kişiliğiyle de görsel dünyanın adamı olduğunun kanıtıdır. Edebiyata olan ilgisi, dönemin usta edebiyatçılarıyla kurduğu dostluklarda, onlarla yaptığı sohbetlerde yaşamaya devam eder.

‘Bir Avuç Güzel İnsan’, duayen fotoğrafçının arşivinden karanlık oda ekipmanlarına, kitaplarından kişisel eşyalarına tüm koleksiyonuna sahip çıkan, koruyan, mirasını yaşatmayı görev edinen Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi’nde başlıyor.

Ara Güler Müzesi’nin duvarlarını süsleyen 153 portre ve daha fazlasıyla izleyiciyle buluşuyor. Bu belgesel, Türk ve dünya edebiyatının n önde gelen isimlerinin portrelerinden oluşan serginin hikayesini anlatıyor. Sergide portreleriyle yer alan dostları Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Karin Karakaşlı, Mario Levi ise Ara Güler’i anıyor, hikayelerini paylaşıyorlar.

Belgesel, Ara Güler sayesinde Nazım Hikmet’ten Füruzan’a, Sait Faik Abasıyanık’tan Halikarnas Balıkçısı’na, Yaşar Kemal’den Aziz Nesin’e, Orhan Veli’den Latife Tekin’e, Orhan Pamuk’tan Can Yücel’e edebiyat dünyasının kahramanlarını selamlama, anma, anımsama şansı veriyor.

Bir Avuç Güzel İnsan belgeselini ücretsiz olarak izlemek için; https://puhutv. com/bir-avuc-guzelinsan-detay



21 Ekim 2022 Cuma

Snarky Puppy İstanbul’a geliyor!

 

4 Grammy ödüllü enstrümental müzik grubu Snarky Puppy, yeni albümleri Empire Central ile dünya turnesine çıktı ve 5 Kasım’da Zorlu PSM’de İstanbullu hayranlarıyla buluşacak. Grubun kurucusu ve basçısı Michael League ile yeni albümlerini ve çok sevdiği İstanbul’un müzikleri üzerindeki etkilerini konuştuk.


Jazz, füzyon, funk, soul, blues, gospel, r&b, hepsi var Snarky Puppy’nin müziğinde ama grubun kurucusu ve basçısı Michael League’in de ifadeleriyle “Enstrümental bir müzik grubu”. Onları bir kategoriye sokmam zor, oldukları gibi kabul edip tadını çıkarmak en doğrusu. 4 kez aldıkları Grammy ödülü de “En iyi çağdaş enstrümental albüm” kategorisinde geldi. Univeristy of North Texas Jazz Studies bölümünde okurken bir araya gelen (League’in ifadeleriyle) “üç beş beyaz cazcı” Teksas Dallas’ın siyahi Amerikan müzik sahnelerinde gerçek sesini bulduktan sonra 4 Grammy ödülü ve sayısız caz ödülü aldılar. 28 Eylül’de çıkan 6 parçalık yeni albümleri Empire Central için dünya turnesine çıktılar ve bir yılı aşkın bir süre devam etmesi beklenen turnede 5 Kasım 2022’de yolları İstanbul’dan da geçecek.

Snarky Puppy’nin kurucusu ve basçısı Michael League ile turne öncesi evinde geçirdiği son akşamında efsanevi müziklerini, Empire Central albümünü, dünya turnesini ve çok sevdiği İstanbul’u ve İstanbul’un bu efsanevi grubun müziği üzerindeki etkilerini konuştuk. Türk müzik kültürüne özel bir ilgisi olan League, iki ay kaldığı Beyoğlu’nda ud dersleri de almış ve Kardeş Türküler ve The Secret Trio gibi bu toprakların kültürel çeşitliliğini en iyi yansıtan gruplarını dinlemekten büyük keyif alıyor; İstanbul seyircisinin yaptıkları müziği ve sahnelerinde olup biteni diğer birçok ülkedekinden daha iyi anladığını söylüyor.

Snarky Puppy’nin tarihinden bahsedebilir miyiz biraz?

Aslında üniversitede (University of North Texas Jazz Studies) bir grup müzisyen birlikte çalıyorduk en başta. Her hafta benim evimde yazdığım veya aranje ettiğim şarkıları çalıyorduk. Sonra çoğumuz Dallas’a taşınıp siyahi Amerikan müziği sahnelerinin bir parçası olduğumuzda yaptığımız iş de yeni bir hayat buldu. Robert ‘Sput’ Searight (davul), Shaun Martin (klavye), Bernard Wright (Miles Davis, Chaka Khan ve Marcus Miller gibi isimlerle çalışmış efsane klavyeci), Bobby Sparks (klavye), Jason JT Thomas -bu beş isimden üçü hala bizimle çalıyor- gibi isimlerle sound çok değişti. Çünkü öncesinde konservatuarda caz okumuş üç beş beyaz müzisyendik. Sonra grup siyahi Amerikalılar, kilise müziğiyle büyümüş isimlerle bir araya gelince gerçek sound ortaya çıktı. Snarky Puppy’nin bu evrimi aslında Amerika’nın siyah ve beyazının bir araya gelmesiyle de paralel bir hikaye.

Kategorilere sığdırılmanız zor ama yine de müziğinize bir janr vermemiz gerekse?

Enstrümantal müzik diyebilirim. Çünkü caz yapıyoruz desem, aslında tam caz da yapmadığımızı açıklamam gerekecek. Funk da yapıyoruz. Orijinal enstrümantal müzik demek en doğrusu çünkü müziği yazıyoruz ve şarkı söyleyen yok. Enstrümantal bir topluluğuz. Ama rotasyon halinde çalışan müzisyenlerimiz de olduğundan kolektif de denebilir. Müzik yaparken çok açık fikirli bir yaklaşımımız var. İnsanlara bir sınır koymuyoruz, böylece daha özgürce deneyip keşfedebiliyorlar. Yeni ve daha önce adım atılmamış bir arazide ilerler gibi yapıyoruz bu işi. Hep yeni şeyler yapmaya çalışıyoruz, bu her zaman en önemli önceliğimiz. Beğenilen bir şey üzerinden gitmiyoruz.

Snarky Puppy muhteşem işbirliklerine de imza atıyor. En etkilendiğiniz hangi işbirliğiydi?

Ayrım yapması çok zor. Ama Jules Buckley yönetimindeki Metropol Orchestra ile çalışmak inanılmazdı. Birden grubunuza 50-60 kişi daha ekleniyor. Family Dinner Vol. 2 albümünde de aynı odada muhteşem müzisyenler bir aradaydı: Jacob Collier, Susanna Baca, İsveç’ten Becca Stevens and Väsen, Laura Mvula, Carlos Malta, Bernardo Aguiar... Çok uluslararası, çok çeşitli müzisyenlerin olduğu çılgın bir dünyaydı.

İstanbul sizin için ne ifade ediyor? Dinlediğiniz Türk müzisyenler de var mı?

Bu sefer turnede olduğumuzdan uzun kalamayacağız ama İstanbul’da birçok müzisyen arkadaşım var. Birkaç yıl önce Beyoğlu’nda iki ay kaldım. Harika bir deneyimdi ve birçok arkadaşım oldu o dönemde. Immigrance albümüzde aslında çok büyük bir Türk etkisi var. O albümün kapağını Türkiye’den bir sanatçı yaptı, dinlemeyi çok sevdiğim Kardeş Türküler’le de çalışmaları olan Zeycan Alkış tasarladı kapağı. O albümde Even Us isimli parçada ud çaldım, İstanbul’da ud dersleri alıyordum. Yine o albümden Bigly Strictness’ta efsane perküsyoncu Mısırlı Ahmet tarafından kullanılan bir ritmin varyasyonlarını kullandık. O kadar çok Türk müziği dinledim ki ve biraz da Türk müziği eğitimi de aldım; o yüzden her zaman bir etkisi olacak müziğimde diye düşünüyorum. Kardeş Türküler’i çok seviyorum. The Secret Trio da inanılmaz; sanırım o grupta sadece Tamer Pınarbaşı Türk. Ama uzun yıllar Türkiye’de yaşamış Makedonyalı klarnetçi İsmail Lumanovski, Ermeni asıllı Amerikalı udî Ara Dinkjian’ın babası da Diyarbakırlı bir Ermeni Türk’müş. Çok iyi Türk müzisyenler var. Benim dinlediğim Türk müziklerinin çoğu eski müzikler.

İstanbul müzik seyircisini nasıl buluyorsunuz?

İstanbul seyircisi her zaman muazzam. Türkiye’de öyle derin bir müzik kültürü var ki, seyirci arasındaki sıradan bir izleyici bile yaptığımız müziği sahne aldığımız birçok ülkedeki seyircilerden daha iyi anlıyor. Türkiye’de insanlar çok karmaşık melodilere aşina bir şekilde büyüyor. Çok zengin bir müzik kültürünüz var. Küba’ya gittiğimizde de benzer hisler yaşıyoruz. Brezilya’da da öyle. Elektrikçi veya barmen bile sahnede ne olup bittiğini başka ülkelerde gördüğümüzden daha iyi anlayabiliyor, bence bu çok etkileyici. İstanbul’un özellikle bu özelliğine bayılıyorum. Önümüzdeki birkaç yıl içinde çok çok çok yüksek ihtimalle Türkiye’de de bir stüdyo kaydı yapacağız diye düşünüyorum.

EMPIRE CENTRAL DALLAS’TAKİ KÖKLERİMİZE BİR YOLCULUK

Yeni albümün nasıl bir hikayesi ve sound’u var?

Bu albümün kaydı için tekrar Teksas’a döndük çünkü Dallas’ta inanılmaz bir müzik kültürü var. Austin’in çok gürültü yaptığına bakmayın, Dallas kendi reklamını yapan bir yer değil. Bence Dallas ve Houston müzik sahneleri Austin sahnelerine göre çok daha zengin. Kirk Franklin, Erykah Badu ve Nora Jones gibi inanılmaz müzisyenlerin ve diğer birçok önemli ismin çıktığı bir yer Teksas. Empire Central’ı yaparken aklımızdaki Teksas’tı. Gruba müzikleri yazarken Teksas’ı düşünün dedim. O yüzden belki biraz daha funky ve groovy bir sound’u oldu albümün. Daha doğrudan bir anlatımı oldu bu albümün ve daha az izoterik unsur barındırıyor. Albüm kayıtlarının videolarında da bunu görmek mümkün.

“STREAMING ŞİRKETLERİNİN ÖNCELİKLERİ MAALESEF SANATÇI DEĞİL”

Sadece müzisyenlere daha iyi ödeme yaptığından değil, müzik kalitesi daha iyi olduğu için de Tidal (Henüz Türkiye’de yok) kullanıyorum. Spotify da müzisyenlere ödeme yapıyor evet ama Snarky Puppy’nin Spotify’dan bir ayda kazandığını iki konserde sadece merchandise masasında kazanıyoruz. Bence hiçbir müzisyen şu anda olup bitenden çok hoşnut değil. Ben dinlediğim müzisyenlerin plaklarını alıyorum. İstanbul’da kendimi baya kontrol altında tutmam gerekiyor çünkü 70’ler Türk saykedelik rock müziğini çok seviyorum. Tabii ki Napster’dan daha iyi çünkü o zaman kimse emeğinden hiçbir şey kazanamıyordu. Streaming şirketlerinin olması ve müzisyenlerin birşeyler kazanmasına aracı olmaları tabii ki iyi, ama mevcut haliyle sürdürülebilir mi - özellikle de albüm satışı olmadan ayakta kalmaya çalışan bağımsız müzisyenler için? Hayır… Ama herşeyin artısı ve eksisi var tabii ki, Madagaskar’da yaşıyor olsanız da Wi-fi ve akıllı telefonunuzla ünlü olabiliyorsunuz. Müzik kariyerimiz Facebook ve YouTube sayesinde oldu, bu yüzden bu araçlara minnettarım ancak bazen bazı şirketlerin en önemli önceliği sanatçıları olmadığı çok açık maalesef.

19 Temmuz 2022 Salı

Bağımsız müziğin isyankar dip dalgası: Peyk & İsimsiz Orkestra

 

Bağımsız müzisyenlerin ortak girişimi Olta Dayanışma’nın ağabeyleri Peyk 27 yıldır devam eden bir dostluk ve mücadele ezgisi. Bağımsız müziğin onurlu ve isyankar bir dip dalgası gibi Peyk...




Ünlü olmak için çaba harcayan bir grup değil Peyk. Türkiye’deki bağımsız müzik ekosisteminin en önemli gruplarından biri ve on binlerce hayranının ezbere bildiği şarkı sözlerinde, Peyk aşktan isyana, geçim krizinden yolsuzluğa, ‘büyük adam olma’ sorunsalından haksızlıklara, lafını hiç esirgemiyor. Peyk’i bugüne kadar duymadıysanız, bunun sebebi Peyk’in bağımsız müziğin onurlu ve isyankar ‘dip dalgası’ gibi olmasından ileri geliyor.

Grubun geçtiğimiz haftalarda Küçükçiftlik Park ve Kalamış Atatürk Parkı’nda verdikleri konserlere gelme fırsatı olan varsa görmüştür: Şarkıları ezbere bilen Peyk hayranları “Don Kafa Don”, (Yasin Soyöz’le birlikte yaptıkları) “Derdini Bul”, “Lay-Lay-Lom”, “Sobe” ve “Kocaman Sıfır” gibi parçalarında, ses rengiyle ve icrasıyla eşsiz bir vokal olan Alış’a hep bir ağızdan eşlik ediyor. Mütevazi ve çok yetenekli müzisyenleri bir araya getirmiş olan Peyk’i bilenler çok iyi biliyor.

Bugüne sponsor destekleriyle değil, kendi emekleriyle gelen Peyk, şarkı söyleriyle de hissettiriyor bu protest ve onurlu duruşu: “Birileri gözü kapar korkudan ve payını alır bu pis pastadan.”

Müziği bir yaşam biçimi olarak tercih eden Peyk’in şarkılarını İrfan Alış (vokal) yazıyor. O eşsiz söz ve bestelerin düzenlemelerini ise Peyk grubunun üyeleri birlikte yapıyor: İsimsiz Orkestra’nın kurucularından olan Özgür Ulusoy (klavye & keman), Serdal Ersoy (gitar), Ertan Çalışkan (davul) ve Barış Tokgöz (bas gitar).

OLTA DAYANIŞMA’NIN BÜYÜK AĞABEYLERİ

Peyk, Türkiye’de bağımsız müzik ekosisteminin en önemli dayanışma hareketi Olta Dayanışma’nın da büyük ağabeyleri gibi. Heyecanla beklenen Cenk Kaptan imzalı müzik belgeseli “Sen Kimsin?”, ismini hem müzik yasaklarına hem de Spotify ve YouTube gibi dijital tekellerin, müzisyenlerin emeğinin büyük bir kısmına konmasına isyan eden İrfan Alış’ın “Sen Kimsin?” demesinden alıyor.

“Biz bu müziği İngiltere’de yapsak protest olmazdık. Ama Türkiye’de bunu yapınca protest oluyorsun, diğerleri çok sudan işler yaptığı için…” diyor o protest sözlerin kaynağı vokal İrfan Alış. Özgür Ulusoy ise “Sözünü sakınmadığında, hırsıza hırsız dediğinde protest olursun” diyor. Konserlerinde papageno. art.studio gibi başarılı genç tasarımcılar tarafından dizayn edilip üretilmiş Peyk markalı ürünler de satarak hem grubun kendisine hem de Olta Dayanışma’ya katkı sağlayan Peyk, özellikle milenyum kuşağı tarafından gün be gün daha da sevilen bir yeraltı markasına dönüşüyor. Peyk üyelerine müziğin hayatlarındaki anlamını sorduğumuzda ise “Balığa suyu soruyorsun” veya “Delirmeme engel oluyor” gibi yanıtlar aldık. Grubun arızası değişebiliyormuş, ama grubun en iş bitiricisi ismi oy birliğiyle İrfan. Grubun en sakini ise ‘ermiş’ kavuğunu davulcu Ertan’dan alan basçı Barış.

ŞEF MOJDANİ’Lİ İSİMSİZ ORKESTRA PEYK ŞARKILARINI “TAMAMLADI”

27 yaşındaki Peyk, geçtiğimiz hafta Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde grup üyesi Özgür Ulusoy üzerinden organik bağları olan İsimsiz Orkestra ile ilk konserini verdi. 2018 yılında Özgür Ulusoy ve yine müzisyen dostu Ulaş Özer tarafından temelleri atılan İsimsiz Orkestra, genç, yetenekli ve bağımsız çalıcılardan oluşan bir senfonik oda orkestrası. Orkestranın tamamının gönüllü çalıcılardan oluştuğunu, bazılarının avukatlık veya gibi müzik icrası dışında da işleri olduğunu hatırlatalım. İranlı ünlü besteci ve orkestra şefi Mahdi Vojdani yönetiminde ilk kez Peyk ile birlikte sahne alan orkestra, çalışmalarını 2018 yılından bu yana Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin (NKHM) desteğiyle Kadıköy’ün ve İstanbul’un en önemli kültür merkezlerinden biri olan NKHM’de sürdürüyor. Çoğunluğu Kocali Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olmuş çalıcılardan oluşan orkestra, İstanbul’un yetenekli müzisyenleriyle tamamlanarak kurulmuş. Daha önce Yeşim Madanoğlu şefliğinde çalışmalarını yürüten İsimsiz Orkestra’nın müziğinden etkilenen ve kendileriyle iletişime geçen şef Vojdani, İran ile Türkiye arasında orkestra müziği yapan sanatçıların iletişimlerinin artması gerektiği görüşünde. Yıllarca orkestral müzik çalıcısı olarak eğitim almış, hepsi gönüllü olarak bu işi yapan ve tarz ayırt etmeksizin müzik yapabilmek için bir araya gelen orkestraya şimdiye kadar aralarında İlkay Akkaya, Sema Moritz, Feridun Düzağaç, Cenk Taner (Kesmeşeker), Mehmet Şenol Şişi (Kargo), Demirhan Baylan, Erkan Tekci, Peyda Yurtsever, Kamil Hajiyev (No Land), İrfan Alış (Peyk) gibi isimler eşlik etmiş. Peyk’ten İrfan Alış’ın konserdeki ifadeleriyle İsimsiz Orkestra, “yıllardır yarım kalan Peyk şarkılarının yaylı ve üflemeli melodik enstrümanlardan oluşan İsimsiz Orkestra’yla tamamlanmış gibi oldu.”

KAMİL HAJİYEV PEYK’İN SULUŞAKA’SINI SESLENDİRDİ

Peyk, sahneye çıkmadan önce Tschaikowsky ve Ivanovic’ten bazı klasik eserleri de seslendiren İsimsiz Orkestra’yla gerçekleştirdiği ilk konserinde önemli konuk sanatçılara da yer verdi. Olta Dayanışma müzisyenlerinden No Land solisti Kamil Hajiyev, İsimsiz Orkestra’nın eski şeflerinden Yeşim Madanoğlu yönetiminde Peyk’in “Suluşaka” isimli parçasını seslendirdi. Türkiye’ye genetik okumaya gelen Hajiyev, 8 yaşından bu yana çaldığı kemanı ve farklı yorumuyla renk kattığı müziği tercih etmiş. Hajiyev’i sadece No Land ile değil, Türkiye caz sahnelerinde kurduğu kuartetle adını duymaya başladığımız davulcu Öner Karaçuha’nın “Unutma” teklisinden de dinlemeniz şiddetle tavsiye edilir. Müzik şöleni tadında geçen gecede, gitar solisti Gürkan Karaman Roland Dyens’tan Tango en Skai isimli eseri seslendirirken, İsimsiz Orkestra’nın viyolalarından Uğur Kılıç’ın düzenleyip seslendirdiği Türk besteci, orkestra şefi ve piyanist Selman Ada imzalı “Maskeler Aryası” da gecenin önemli parçalarındandı.


4 Haziran 2022 Cumartesi

Sen Kimsin?

 

MixArt’ın kurucusu Cenk Kaptan, bu sefer yönetmen koltuğunda... Müziğin formal ve ticari evrimini anlattığı “Sen Kimsin” ile bir yandan ticari ve bağımsız müziği sorguluyor diğer taraftan ise müzik yasaklarına yer yer mizahi bir üslupla göndermeler yapıyor.




“Müziği demokratikleştiren platform” MixArt’ın kurucusu Cenk Kaptan, bu sefer SES getirecek müzik belgeseliyle yönetmen koltuğunda!

VCS Film ve Müzik Yapım’dan Cenk Kaptan yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği  “Sen Kimsin?” belgeseli, müziğin insanlık tarihindeki sürecini, ağırlıklı olarak 20. yüzyıldan itibaren formal ve ticari evrimini, arasındaki uçurum iyice keskinleşen ticari ve bağımsız müziği, pandemi döneminde başlayan ve hala devam eden - hatta “ahlaki” gerekçelerle bazen de hukuksuzca uygulanan - müzik yasaklarını yer yer mizahi bir üslupla sorguluyor ve itiraz ediyor.

Crossing the Bridge’den beri böyle müzik belgeseli yapılmadı!

Türkiye’de müzisyenlerimizin hayatına ve müziğine ilişkin yapılmış belgesel parmakla sayılacak kadar az. Dünyada ve Türkiye’de çıkan müzik belgesellerini yakından takip etmeye çalışan bir müzik tutkunu olarak söylüyorum: Cenk Kaptan’ın hem yapımcılığını hem yönetmenliğini üstlendiği ve müzisyenlerin büyük desteğiyle çekilebilen “Sen Kimsin?” ünlü yönetmen Fatih Akın’ın İstanbul’u ve müziklerini konu alan 2005 yapımı “Crossing the Bridge” isimli kültleşmiş eserinden sonra yapılmış en iddialı müzik belgeseli olacak! Sen kimsin? bu toprakların “gerçek” müzisyenlerinin dayanışma ve harmoni içindeki üretme aşkına, farklı titreşimlerinin tek ses olabilmesine ve - biri iktidar, biri tekeller olmak üzere - iki deve karşı isyanına ses olacak.

Sömürü ve tekel hakimiyeti devam ediyor, sadece “dijitalleşti”

Özgür Ulusoy

Müzik bir sektör. İyi bir müzik yapmanız, yaşamınızı insan onuruna yakışır şekilde sürdürebilecek parayı kazanmanızı malesef hâlâ sağlamıyor. Peyk ile tanıdığımız müzisyen İrfan Alış “Sömürü devam ediyor” diyor ve Özgür Ulusoy, eskiden müzisyenlerin emeğini sömüren yapım şirketlerinin yerini, dijitalleşmeyle Spotify gibi yeni tekellerin aldığına dikkat çekiyor ve “Bağımsız müzisyen, sadece Spotify’a bağlı olan müzisyen demek” diyor. Evet, dijitalleşme müziği nispeten demokratikleştirdi ve artık uygun maliyetlerle evine stüdyo inşa edebilen müzisyenler, doğrudan dijital platformlara şarkı yükleyebiliyor ama elde edilen kazançtan asıl emekçilere düşen pay hala yüzde 10’larda!

İrfan Alış

“Birlik olabilseydik o kadar müzisyen intihar etmezdi”

Mart 2020’de başlayan ve iki yılı deviren pandemi şartlarının en zorladığı kesim şüphesiz müzisyenler oldu. Kimisi enstrümanını satmak zorunda kaldı, kimisi evinden tahliye edildi, kimisi arkadaşının evine sığınabilirken kimisi de memleketine dönmek zorunda kaldı. Müziği geçici olarak bırakıp amcasının manavında karpuz parlatan müzisyen var bu ülkede. Ama en acısı da yaşamına son veren müzisyenler de olması…

Sen Kimsin? örgütlenme anlamında büyük bir eksiği olan müzisyenlere de bir “özeleştiri” getiriyor. Meslek birliklerinin müzisyen haklarını savunma konusundaki yetersizliği ve müzisyenliğin hala bir istihdam olarak görülmemesi de burada etkili pek tabii. Belgesele konuşan müzisyenlerden People Around’un saksafon ve klarnet sanatçısı Zafer Özkan’ın da ifadeleriyle “Birlik olmayı başarmış olsaydık o kadar müzisyen intihar etmezdi!”

OLTA DAYANIŞMA: GELİRİ İŞSİZ KALAN MÜZİK EMEKÇİLERİNE!

Bağımsız müzisyenlerin bir araya gelerek kurduğu OLTA Dayanışma, pandemi sürecinde müzisyenlerin yaşadıkları zorluklara ve mücadelelerine destek olmalarıyla öne çıktı. Bu amaçla, OLTA Dayanışma, toplam 10 albümle 130 şarkı yayınlamayı başardı. Tüm geliri, pandemi sürecinde işsiz kalan müzisyenlere, müzik ve sahne emekçilerine aktarılan albümlerin yapılış süreçleri, sektör emekçilerinin ve müzisyenlerin hikâyeleri ise “Sen Kimsin?” Belgesel Filmine konu oldu.

İlker Canikligil

Filmde Yer Alan Röportajlar: Prof. Dr. Emre Alkin, Müzisyen Feridun Düzağaç, Müzisyen İlkay Akkaya, Müzik Yazarı Murat Beşer, FluTV kurucusu yönetmen İlker Canikligil,  Gazeteci Dr. Anıl Aba, Bağımsız Müzisyen İrfan Alış (Peyk), Orkestra Şefi Özgür Ulusoy, Doç. Dr. Onur Yılmaz, Mehmet Kılıçel, Çağrı Özdemir, Bilgehan Deniz, Veys Çolak, A. Oral Sargın - Zafer Özkan (People Around), Çağatay Vural - Sahand Lesani - Kamil Hajiyev (No Land), Dilan Balkay, Onur Güney Kumaş, Volkan Uzunhasanoğlu.

Dilan Balkay

Premier çok yakında dijital bir platformda!

Yönetmen Cenk Kaptan, şu anda belgeselin yayınlanması için farklı dijital platformlarla görüşmeler yürüttüğünü, bu değerli bağımsız yapımın Netflix, Mubi, Gain, BluTV gibi Türkiye'de yaygın şekilde kullanılan video streaming platformlarından birinde premier yapmasını istediklerini belirtiyor.

MIXART PLATFORMU MÜZİK TUTKUNU YAZILIMCILAR ARIYOR

Cenk Kaptan’ın Silikon Vadisi’nde yatırım turlarına bile çıkmaya niyetlendiği ancak sonradan Türkiye bağımsız müzik dünyasından başlama kararı aldığı bir diğer girişimi MixArt.ist, Sen Kimsin? belgeselinin çözüm önerilerinden biri aslında. OLTA Dayanışma’nın birçok müzisyeninin dahil olduğu ve müzik tutkunu bir yazılımcı arayışı süren girişim, kanal kayıtların kişiselleştirilebilir şekilde dinleyicilere kendi müziklerine yapabilecekleri şekilde sunulduğu, hem görsel hem de işitsel bir şölen deneyimi. Gelecekte müzisyenlerin kanal kayıtlarını kendilerinin upload etmesi planlanan beta aşamasındaki interaktif platformda, siz de sevdiğiniz eserleri yeniden yazabilir, MixArt.ist ile müziğin parçası olabilirsiniz. “Müzik 4.0: MixArt ile müziği demokratikleştirdiler!” başlıklı yazımız da meraklıları için ekonomim.com adresinde.



25 Ağustos 2019 Pazar

Mizah 4.0: Çubuk Animasyon, Güven, Emir ve Mert’in çizdiği şeyler

 Dijitalleşme ile televizyonlar, gazeteler ve dergiler bir bir kapanırken mizah da bundan payını aldı ve Türk mizahının eşsiz dergileri bir bir kapandı ya da kapanmasa da can çekişiyor. Fakat bu dijital rüzgarı ardına alıp yükselen isimler de var. Çubuk Animasyon onlardan biri.

Fotoğraf: @istanbulunduvarlari
Daha önce Uykusuz, Leman, Penguen, OT, Karakarga gibi mizah dergilerinde çizen Güven (Bilge), Emir (Sağlam) ve Mert‘in (Dolapçıoğlu) çizdiği şeyler” Çubuk Animasyon. ‘Mizah 4.0’ın temsilcileri’ diyorum ben onlara. Mecraları internet/sosyal medya. Mizahseverin akıllı telefona geçtiği bir dönemde hem biçim olarak karikatürden animasyona geçtiler hem de ürün yerleştirme de yaptıkları animasyonlarını paylaştıkları Instagram hesaplarında 200 bin takipçiye koşuyorlar. Bu söyleşiyi yaptığımız Kurban Bayramı haftasında 178 bindelerdi. Şimdi 191 bindeler. Dijital dalgayla mizah işini Türkiye’de daha önce yapılmamış bir boyuta çekiyorlar.

Beyaz yakanın ofis ‘neşesi’nden Kaz Dağları’ndaki ağaç katliamına, annelerin whatsapp kullanamayışından, dis atan rapçilere ve tükenmişlik sendromu yaşayan tatilcilere gündemdeki birçok gelişme Çubuk Animasyon’un mizahına konu olabiliyor.

Ürün yerleştirme ile bu işten para kazanmaya da başladılar. Markalar karikatürlerin içinde yer alarak ya da ürünlerine özel ama Çubuk Animasyon’un değişiyle “ısmarlama olmayan”  içeriklerle hedef kitlelerine ulaşıyor.  

İlk zamanlarından beri takip ediyorum Çubuk Animasyon’u. Mert’i birkaç yıl önce, Çubuk Animasyon’un ilk on takipçisinden biriyken bir şehir hatları vapurunda görüp yanına gitmiş, “Merhaba ben sizin hayranınızım” demiştim, şaşırmıştı, liseye gidiyordu o dönemde daha. Diken için yaptığımız keyifli söyleşide Çubuk Animasyon çizerleriyle hikayelerini, yaptıkları işi ve dijitalleşmeyle evrilen Mizah 4.0’ı konuştuk.

Çubuk Animasyon, (soldan sağa) Güven, Mert, Emir

Güven, Emir ve Mert, üçünüz nereden tanışıyorsunuz?

Emir (27) : Güven (34) ve Mert (22), daha önce Uykusuz Amatör’den tanışıyor. Üçümüz Leman’da çizerken yakınlaştık, bir daha da kopmadık. Mert 13 yaşındaydı o zaman, Leman’a otobüsle gidip geliyordu. Mert’in 13 yaşında köşesi vardı Leman’da. Pazar günleri sabahlıyorduk ama Mert pazar akşam saat 10’a kadar dergideki köşesini çizip bitiriyordu. Sonra eve gidiyordu ve “Ben eve geldim abi” diye bizi arayıp haber veriyordu. Leman’dan sonra Güven OT’a geçti. Ben bir süre çizmedim, Mert, Leman’da devam etti. Sonra tekrar Penguen’de bir araya geldik ama arayı hiç açmadık bu süreçte. Penguen’den sonra bir dönem üçümüz birlikte Karakarga’da çizdik. Karakarga kapanınca Mert’le birlikte Penguen’e geçtim. Güven de o süreçte Leman’da çizdi tekrar. 

Güven: Hatırlıyorum, Mert’e Uykusuz Amatör’de Otisabi bakmıştı ilk. Mert’i görenler dolgun yanaklı falan bir çocuk olduğunu görünce “Ne oluyor ya?” oluyorlardı. Komikti de Mert’in çizdikleri. Geçen en eski Facebook mesajlaşmalarımıza dönüp baktık ve güldük. Bende kalan çizimlerimden hediye etmiştim Mert’e. Daha sonra facebook duvarıma ‘Hediye ettiğin çizimler için teşekkür ederim Güven abi’ yazmış.

‘Mizah işine dergiciliğin öldüğü bir dönemde girdik’

Mizahın zorlandığı bir dönemde bu işe girmeniz sizi zorladı mı?

Emir: Şanssızlığımız biraz mizah dergiciliğinin öldüğü bir dönemde bu işe girmemiz oldu. Hatta Selçuk Erdem demişti “Sizin şanssızlığınız bu, bir on yıl önce girseydiniz bu işe, belki birşeyler olurdu sizin için dergi anlamında”. Dergiler için haklı bir yorum olabilir bu.

Çubuk Animasyon’un hikayesi nasıl başladı?

Güven: Mert’le bir gün konuşurken ‘Motion comic diye birşey var, keşke biz de burada yapsak’ demiştim. Emir’e de dedim, ‘Böyle birşey var, yapabilir miyiz?’ Emir de dedi ki ‘Yaparız’. Animasyonlar için ÇUBUK YouTube kanalını açtık.

Emir: Çubuk’a 3 sene önce başladık. Mert tam o zaman çalıştığımız derginin kapanmasına yakın ‘Çubuk Fanzin’i yapmaya başladı. Not defterine bir şeyler karalıyordu, fanzinin adının ne olacağını düşünürken ‘Ne olsun adı’ dedi, o sırada çubuk kraker yiyorduk ve kendi köşemi çiziyordum. Biraz da geçiştirmek için ‘Çubuk olsun’ demiştim. Birkaç sayı kağıt olarak fanzin de çıkardık. Bir hesap açalım Çubuk Fanzin için dedik. 

Güven: İlk Instagram’dan bir hesap açtık. Sadece fanzin çizimlerini paylaşarak başlamıştık. Saçma saçma çizimler paylaşıyorduk başlangıçta.

Emir: Eskiz defterimiz gibiydi başlarda. Sonra animasyon yapma fikri çıktı. İlk ‘Büyük Usta’ sonra da Jürgen. Sonra Twitter hesabımızdan yaptığımız ‘Ben hiç Türk dizisi izleyemiyorum ya’ paylaşımı patlattı aslında olayı.

https://twitter.com/cubukanimasyon/status/1095337634287648771

Büyük Usta ilk animasyonunuz. Sektöre bir gönderme var mı burada? Ölen bir ustayı çizmişsiniz bu animasyonda. 

Güven: Böyle bir gayemiz yoktu. “Sektöre gönderme yapalım hadi” diye çizdiğimiz şeyler değil. Günlük muhabbetin bunlardan oluşunca öyle çıkıyor. 

Markalar animasyonlarına ürün yerleştirmeye başladı

Dergi değilsiniz, basılı yayın değilsiniz, nasıl para kazanıyorsunuz? Raftan dergi almayı kesti okuyucu ama sosyal medya bedava. Markalar Çubuk Animasyon’a gelmeye başladı mı? Nasıl olacak?

Güven: Sanatsal üretim internete geçti, çünkü para internete geçti. Sanat parayı, para sanatı takip ediyor. Medici’lerden beri bu böyle. Sosyal medyada okurun tükettiği içerik bedava ama mizahsever cep telefonu satın alarak, internet aboneliği alarak, GSM operatörlerine para ödeyerek ulaşıyor aslında bize. Reklam harcamaları sosyal medyaya kaydığı için – reklam alan gazete ve dergiler battı, mizah dergileri mi batmayacak – biz de bu uyumu sağladık. Ekonomik düzen de şuna evrildi, şirketler de kendilerini göstermek için buraya evrildi ve reklam algısı değişti. Artık o MadMen dizilerindeki reklam dünyası yok. ‘Güzel bir slogan buldum’dan daha değişik bir şey reklam artık. İnsanların cep telefonlarıyla kurduğu ilişki televizyon ya da gazeteyle kurduğu ilişkiden çok başka bir ilişki çünkü. 

‘Influencer’ pazarlamanın bir mecrası haline geldi

Cep telefonlarındaki karakterleri, çizgi olsun ya da olmasın, arkadaşı olarak görüyor kullanıcılar. Çünkü sinema beraber tüketilen birşeydi, televizyon da öyleydi. Ama cep telefonu çok bireysel olarak tüketilen bir içeriğe sahip. Ancak arkadaşına “Bak ne var’ diye gönderiyorsun. Ama telefon ekranının teması kişisel, bireysel hatta kulaklıkla tamamen izole bir ilişki.. Firmalar da buna dönmeye başladı. Kimsenin sağlayamadığı bir iletişim, akıllı telefonların yaptığı. Bunun reklam yöntemleri de başka. O yüzden ‘influencer marketing‘ denilen bir pazarlama trendi var ve bizim de hedef kitlemiz, iletişim kurduğumuz mecra ve mizahın kullanıcıyla kurduğu yakın iletişim sebebiyle bir reklam mecrası olarak değerlendirilmemiz doğal. Birkaç markayla işbirliği yaptık şimdiye kadar. Markaların çalıştığı ajanslar bizimle irtibata geçiyor genelde. Biz de mizahtan para kazanmak istediğimiz için, mizahi kimliğimizi koruyarak, bu tür işbirliklerine açığız. “Alın bunu kullanın” diye espiri yapmıyoruz tabii ki, ama zaten iyi bir espiri yaptığımızda, kendi espirimizi yaptığımızda bu çalıştığımız markalara da yarıyor.

‘Motion Comic ‘ formatında başladınız aslında. Şimdi animasyon diyoruz. Yaptığınız işin biçiminden bahsedebilir misiniz biraz? 

Şimdi biraz dağınık anlatacağım, mesela ‘Nerede o eski tweetler’ diye hesap var. Bir şeyin sanat olduğuna üzerinden zaman geçince karar veriliyor. Rembrandt portreleri çizerken ihtiyaçtan çiziyordu, zenginler “Bizim portremizi çiz” diyordu, Rembrandt da çiziyordu. Bir nevi fotoğraf çektiriyordu bu insanlar. ‘Nerede o eski tweetler’ de ona benziyor. Çünkü o 140 karakter belki bir sanat formu artık. Tüm formlar sanat olabilir. Ama bir de para etmesi gerekiyor. Yaşarken satmasa da, Van Gogh’un hayatında olduğu gibi, ölünce sanatlaşıyor. 

‘Bizim mecramız cep telefonu ekranı’

https://www.instagram.com/p/Bzh1VKzgPnY/

Bizim mecramız, yaptığımız işin yer aldığı mecra cep telefonu ekranı. Oyun alanımız o. Dergi için çizilmiş, ya da dergi formatına göre çizilmiş işleri paylaşmaktansa, ‘buraya uygun ne yapabiliriz’i düşündük . Mesela sosyal medya platformlarının görüntü formatı çoğunlukla kare, dikdörtgen de olabiliyor ama o zaman görüntü ölüyor altında ve üstündeki yazılarla. Zamanlaması var, iki saniyeyi boşa geçirdiğinde okur ekranı kaydırıyor. ‘Tatil neşesi’ animasyonu o yüzden çok sükse yarattı. (Videonun ardından “Al noldu al” Twitter’da ses getirdi, getirmeye de devam ediyor) Tek bir boş anı yok, özellikle dikkat ettik mesela. Bu tip şeylere dikkat ediyoruz yani. 

Biri inşaat mühendisi, biri görsel tasarımcı, biri üniversite terk

Her ne kadar markalar Çubuk Animasyon’a iletişime geçmeye başlamış olsa da, ivmenin başındalar daha bu nedenle de hepsinin kendi işleri var. Güven aslen inşaat mühendisi. Kısa bir süre de bu mesleği gerçekten yapmış. Şu anda çizerliğinin dışında, günlük bir gazetenin sayfa tasarımı, grafik ve görsellerini yapıyor. Emir ise freelance olarak görsel tasarım işleri yapıyor. Mert, üniversite terk 🙂 Sinema okurken okulu çok ikna edici bulmadığı için yarım bırakmış, tüm zamanını Çubuk Animasyon’a ve kendi hesabına veriyor. Kendi hesabında paylaştığı pastel boyayla yaptığı karakterler de ayrıca çok meşhur. Mizahın ‘milenyum hali’. Mert’in interaktif “Tag your xxxx Friend” (arkadaşını etiketle) serisi özellikle genç sosyal medya kullanıcıları arasında büyük ilgi görüyor. Her post onbinlerce ‘like’ ve yüzlerce yorum alıyor. 

‘Mizah dünyasından henüz bir dönüş almadık’

İnteraktif de bir iş yapıyorsunuz, takipçileriniz sizinle kolektif mizah yapıyor – özellikle de çizmesi nispeten kolay olan ‘Kukiler’ karakter dizisiyle. Tepkiler nasıl mizah dünyasından?

https://www.instagram.com/p/BuYUNYJg7WI/

Mert: Yaptığımız iş şimdilik mizah dünyasında desteklenmiyor. 

Emir: Düşmanımız çok. (Gülüyor)

Güven: Biraz mesafeliler şimdilik. Eskiden birlikte çizdiğimiz isimlerden “Aa ne güzel bir iş yaptınız, nasıl oldu bu iş” minvalinde bir dönüş almadık. Şimdilik yokmuşuz gibi davranılıyor. 

Normal hayatta da insanları güldürmeyi sever misiniz?

Emir: Benim içgüdüm bu işi yaparken o. Çok severim birilerini güldürmeyi, Mert de öyledir. 

Güven: Güldürünce tabii mutlu oluyorsun da, bir ‘kendini sevdirme’ metodu olabilir. 

‘Mizah dergilerine eski bir arkadaşa bakar gibi bakıyorum’

Kimleri takip ediyorsunuz? Büfelerden geçiyorken kapaklara bakıyor musunuz? 

Mert: Ahmet Yılmaz, Uğur Gürsoy’u çok seviyorum. Uğur Gürsoy’un leblebili espirisine hala gülüyorum. Eski bir arkadaşa bakar gibi bakıyorum. Bize işi öğrettiler ama malesef dosthane bir ilişki olmadığını gördüm. Usta dediğimiz insanlarla da bağımız koptu. Öbür türlüsünü yapamadığımız, yapmamıza fırsat verilmediği için aslında bir yerde mecra değiştirdik. Şu an düzenli takip ettiğim bir isim yok. Bugün ne yapmış diye baktığım yok. Emrah Ablak dışında sosyal medya için çizen yok. Diğerleri dergide çizdiklerini sosyal medyada paylaşıyorlar çoğunlukla.

Güven: Tabii üzerimizde emeği olan insanlar da var. Ama hayat herkesi bir yerlere atıyor ve bizi de bir yerlere attı ve durduk.

‘Dergilerde özgür olsaydık belki Çubuk Animasyon hiç doğmayacaktı’

Emir: Mizah dergilerinin çizer yetiştirmek gibi bir misyonu vardı. Son yıllarda maalesef usta-çıraklık ilişkisi pek kalmadı. Eskizlediğin espriyi ‘bu olur, bu olmaz, bu espri değil’ diye eleştiren editörler bizi biraz soğuttu açıkçası. Belki de tavrımız biraz antipatik geldi onlara – belli başlı kişilere – ve biz de kendi yolumuzu bulmak zorunda kaldık. Umut Sarıkaya dergi çıkarınca gidip alıyorum ama. Kemal Aratan çok etkilendiğim bir isim. Hala açar kitabını okurum. Aynı şekilde Galip Tekin, Suat Gönülay. (Güven ekleme yapıyor: Kaan Ertem) Evet, Kaan Ertem. Bunlar klasikler gibi, açıp tekrar tekrar bakarız. 

Güven: Ahmet Yılmaz’ı takip ederim. Umut Sarıkaya birşey çizerse ona bakıyorum. Elbette görüyorsun, ama dergi almıyorum. Öldüler zaten. Üç dört adam var, Ahmet Yılmaz, Selçuk Erdem, Yiğit Özgür. Umut Sarıkaya da zaten Ahmet Yılmaz okulundan. Bu üçü ekol çizerler, kendilerine benzeyen diğer çizerler var. Leman Amatör’e gittiğimde 15 yaşımda, herkes Ahmet Yılmaz gibi çiziyordu, onun gibi espiriler yapıyordu. Kutsal Damacana’nın da yazarıdır Ahmet Yılmaz. Çok da sevdiğim bir film, artık çekilmiyor öyle şeyler. Zamanında işportacılık da yapmış bir adam Ahmet Yılmaz. Dergiye gelirdi ve başında dururdu çizdiğin karikatüre bakardı. Konuşma balonu için bir şeyler söylerdi, ama o kadar güzel laflar vardı ki haznesinde, inanılmaz bir jargon. Ondaki durum gerçekten yok kimsede, başka bir durumdu.  Ahmet Yılmaz, Behiç Pek, Kemal Aratan gibi efsaneleri tanımış olmaktan çok mutluyum o yüzden.

‘Komedyen / mizahçı mayın eşeği gibi olmalı’

Kadın çizer niye çok yok?

Güven: Bunun birden fazla yanıtı var bence, kadınların genel hayatın her alanında maruz kaldığı ayrımcılığın bir uzantısı olabilir bu. Bir de erkeğin doğadaki tavuskuşu görevi, kendini onaylatmak, beğendirmek. Böyle evrimleşmiş bir süreç var ve erkek kendini göstermek için espri yapıyor diye düşünebiliriz. Bir de şahsi fikrim, komedyen kendini riske atan, çizgiyi geçen, ‘mayın eşeği’ gibi bir insan olmalı. Eşeği mayınlı alana salarlar, mayınları patlatır, kendi de ölür, ama diğer insanlar ‘Aa burada mayın varmış’ der. Yaptığı esprilerle kendisi bir figür olarak ortaya çıkarak girilemeyen konuların elektriğini alır yani. Bunu savunduğum için söylemiyorum ama gördüğümüz kadınlara genelde bu rol yakıştırılmıyor nedense. Dizilerde, filmlerde başarılı, lider ruhlu kadınları tasvir ederken erkeksi özellikler ekleniyor genelde. Kısa saç, acımasız duruş tavır falan. Ya da bir yandan ‘güzel ol’ baskısı. Geçen televizyonda burun deliğini küçük gösterme makyajı vardı. Tabi benim bir erkek olarak verebileceğim cevap bu kadar.   

Mert: Ama Göksu Gül bence tek kare espirilerinde kadın çizerler arasından sıyrılmıştı. Sadece kadın meselesiyle değil erkek mizahçılar gibi normal günlük olaylara ilişkin espiriler de yapıyordu. İltem Dilek de keza öyle. 

Türkiye’de şu anda yapılan mizah hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de iş yapan kimse, işiyle alakalı farkındalığa sahip değil. İşin biçimi var, hikayeyi nasıl aktardığınız önemli. Mizahçılarda da aynı durum var. Çizer de ne yaptığının farkında değil. Karikatür ne demek, çizgi roman ne demek, nasıl imkanları var, çizgi romanda nasıl bir etki yaratıyorsun karşındakinde? Çizgi roman başka bir format aslında, mekan düzenlemesidir o. Bizde dergi çizerleri çoğunlukla dergideki işlerini kitap yapıyor. O yüzden çizgi roman biraz ikinci plana atılmış oldu. Ama son zamanlarda yabancı yayınlarla birlikte de yine bir meraklısı oluştu. Biz de basılı yayın için bir format düşünüyoruz şu an. Çizgi roman değil biraz daha farklı bir format olacak muhtemelen…

Dergi diye format çıkartıyorsun örneğin, nasıl olur, 16 sayfa olur, ikinci üçüncü sayfada ‘şunlar şunlar’ olur. Birisi düşünmüş zamanında bunu ve yıllarca da aynısı yapıldı. Mert’in kendi hesabında yaptığı kendi mecrasında? Mert’in yaptığı iş, o sade tipler, tam bu çağın işi. Sanatsal bir form bence Mert’in işi. 

‘Güzelleme yaparak Türkiye’de basılı mizahı dirilmemek üzere bitirdiler’

Türk mizahının zor dönemi sadece dijitalleşme mi?

Basılı yayın olarak konuşacaksak, mizah dergileri yerini edebiyat dergilerine bıraktı. Bu edebiyat dergileri doğası gereği güzelleme yapan yayınlar. Fakat mizah yapıyorsanız güzelleme yapamazsınız. Mizahta sevdikleriniz hakkında da espri yaparsınız. 

Biz aslında en temele dönüp “ne yapılabilir” diye sorduk. Bizim yaşımızdaki çizerlerle konuşuyorduk, diyor ki “Dergide Pucca’yla röportaj mı yapsak“. Geç abi, sen kendi çizdiğine güvenmiyorsan Pucca seni kurtaramaz. Biz dedik ki, “Çizer insanız, saygı duyduğumuz büyüklere soralım, mizah dergisinden gelen de bir formasyonumuz, çalışma tempomuz var”. O yüzden diğer animasyonlara benzemiyoruz, yeni yeni animasyon yapanlar da var. Biz gerçekten olay anlatıyoruz, her seferinde bir öykümüz oluyor. Çalışkanız da. 

Bir animasyon için kaç gününüz gidiyor? Fikri bulması ne kadar sürüyor? 

Değişiyor, bir günde de yaparsın, ama dört günde yaptığımız da oluyor. ‘Ofis neşesi’ dört gün sürdü. Fikir şöyle geliyor, …. geldi. O kadar. Sonra yaparken çeşitlendiriyorsun. 

Hedef kitleniz var mı? 

Emir: İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyükşehirlerde yaşayan, akıllı telefonu olan, para harcayan eğitimli bir kitle. Yaşta üst sınır yok, 15 yaş ve üzeri. Ama tam bir hedef kitle tanımı yapacak olursak şu anda internete yön veren genç kitle diyebiliriz. Rapçiler birbirlerine diss atıyor mesela, normalde Güven yaşında birinin bundan haberi olmaz, ama gençler bunu gündem yapıyor. 

Güven: Hedef kitle belki belirlemek lazım da, işimiz komiklik olunca, beslendiğimiz alan kendi hayatımız. Ben ne yaparsam komik olur, kendi hayatımı kendi deneyimimi anlatırsam. Zaten bu insanlarla birlikte yaşadığımız için konular hedef kitlemizin hayatından çok da farklı değil. Emir biraz daha ‘kamuoyunun nabzını’ yoklayan tarafımız. Dün hatta böyle bir konu oldu, ne müzik koysak diye düşündük. Ben Ali Rıza Binboğa’nın şarkısını seçtim ‘Kukiler’ için. Emir “Nilüfer’den şu vurucu şarkı olsun” dedi, ama insanların bilmediği bir şeyi göstermek istedik. 

Herkes kendi işinde ne istiyorsa onu yapıyor. Ego diye birşey var. Fikirlerimizi söylüyoruz, ‘Şöyle şöyle yaparsan şöyle şöyle olur’, diyoruz. Ama iş hangimizinse, o son kararı veriyor.

Metropol mizahı besliyor mu? Kırsaldan da mizah yapılabilir mi?

Güven: Belki şehir yaşamı done bulmak açısından daha zengindir ama insan ilişkilerindeki ya da insanın kendi zihnindeki karşıtlıklar her yerde var. İster köyde yap, ister uzayda, ister yerin altında, ister suyun dibinde. Olay ‘arketip’te. Köyde GırGır okuyup gönderen vardı. Feyhan Güver vardı mesela o da köyde yaşıyordu. Örneğin Çubuk Animasyon’un ‘Kukiler‘i o kadar sade ki, o karakterleri hayatındaki her mevzuya adapte edebilirsin. Aşk ilişkisini de oturtabilirsin Kuki’lere, Kaz Dağları’nı da. Köyde de yaşasan ‘Keçi beni boynuzladı’ diye espri yaparsın ama onu okuyan patronuyla ilişkisini de görebilir orda. Öte yandan köyde yaşadığınızda geniş bir kitle tarafından dikkate alınmak o kadar kolay olmayabilir. Fakat internetin bu engelleri aştığını düşünüyorum. 

Çizgiyle ne zamandır tanışıksınız?

Güven: Kendimi bildim bileli sanırım. Küçükken Tommis Texas okuyordum, kendim çizmeye çalışıyordum Tommiks, Teksas, Zorro, Superman çiziyordum defterlere. Okumayı öğrendikten sonra 15 yaşındaki kuzenim sayesinde mizah dergisi okumaya başladım. Sonra karikatür de çizmeye başladım, defterler dolduruyordum. Ben bunun bir işe döneceğini düşünmüyordum o zaman. Süleyman Turan’ın çizdiği romantik bantlar vardı gazetelerde. Bir bant altında da yazılar, ben niyeyse onları çok seviyordum “Keşke ben de bunları yapsam” diyordum. İlk çizgiyi görmem o diyebilirim. Karamurat’ın isim haklarını alamadıklarından dolayı adı değiştirilmiş Abdullah Turan’ın çizdiği bir ‘Burakbey’ diye Sabah’ta bir bant vardı. Sırf onun için Sabah Gazetesi alıyordum.

Emir: Güven çocukken bir çizgi roman çizmiş, gördüm çok iyi. On yaşındayken falan yapmış bunu. 

Mert: Çizgi ile televizyonda izlediğim çizgi filmler ile tanıştım. Daha sonra internette karikatürlere denk gelmeye başladım küçük yaşlarda. Son olarak da dergilerle tanışıp iyice yüklendim karikatüre.

Emir: Ben 14 yaşında mizah dergileriyle tanıştım. Ersin Karabulut, Sandık İçi köşesinde dergi içi muhabbetlere çok sık yer verirdi, ben de hep ordaki ortama özenirdim “Ne güzel çok eğlenerek sevdikleri işi yapıyorlar”’ diye. Dergideki sevdiğim çizerleri taklit ederek çizmeye başladım. Mizah dergileriyle tanışana kadar bir şeyler çizmek gibi bir merakım hiç yoktu. Umarım biz de bu işi yapmak isteyen genç arkadaşlara iyi örnek oluruz.

Aileleriniz ne düşünüyor?

Güven: Bana hiç karışmadılar. Ben inşaat mühendisliği okuduğum için, okulda da sorun yaşamadığımdan ve derslerim iyi olduğundan çizerliğim bir konu olmadı. Ailem çizerliğimi hiç hayatımı engelleyecek bir durum olarak görmedi. İstanbul’a gelme sebebim de sadece çizer olmaktı. Hep İstanbul’daki bölümleri yazmıştım. 

Mert: Benim annem kaygılandı çok küçük başladığım için. “Bu çocuğun mesleği ne olacak ya?” diye düşünüyordu. Kaygılandı da şimdi biraz daha rahat belli bir kitleye ulaştığım için. Destekliyordu ama eminim içinden “Ne yapıyor bu çocuk?” diyordu. “Altın bir bileziği olsun” derler ya, orada emin değillerdi. Hayalim tamamen bu işten geçinebilmek ve kendi hayallerimizi gerçekleştirmek. Zorunda olursam her alanda, her yerde çalışırım. Ama küçük yaştan itibaren bir mücadeleye girmişim, ne kadar sürdürebileceğim, görmek istiyorum. Çünkü pes etmek gibi olur diye düşünüyorum. 

‘Çizmeye başladığım Lise 1’de sınıfta kaldım’

Emir: Bende de babam endişeleniyordu çok. “Bu işler olmaz oğlum, kendine başka bir iş bul” diyordu. Lise 1’de sırf bu yüzden kaldım. Tam 14 yaşımda çizmeye başlamıştım, o sene sınıfta kaldım. Ama dergide karikatürüm çıkmıştı o yıl. Penguen Amatör’e gidiyordum. Lise sona doğru yine Leman’a falan gidiyorum. Üniversitede görsel iletişim tasarımı seçeyim bari dedim mizah dergilerinde grafik yaparım diye. Bir süre sonra Penguen’de hem çizerlik hem grafikerlik yapmaya başladım. Güven’le Mert’in çizimlerini ben renkliyordum. Ama planımız Mert’in dediği gibi bağımsız şekilde kendi işimizi yapmak.