20 Mart 2011 Pazar

Onu olduğu kişi yapan rejime söven bir piyanist; Anjelika Akbar


Yıllardır klasik müzikle iyi kötü haşır neşir olmama rağmen, yeni yeni tanıştığım Anjelika Akbar bugün İstanbul'un Taksim beldesinde Tom Tom sokağın çıkışına doğru yerleşik olan, ve çok geniş bir yelpazede canlı performansa ev sahipliği yapan İndigo'da idi. Sosyal medyanın İstanbul Geceleri ile olan ilişkisini yakından takip edenlerin bildiği "İstanbulKonser" sağolsun (twitter'da da facebook'ta da bu şekilde ulaşabilirsiniz) iki kişilik davetiye kazanmış olduğum bu konsere gitmeden önce,- naçizane - yerinde ve subjektif değerlendirmeler yapabilmek için Anjelika Akbar'ın müziği ve hayatı hakkında bilgi edinip müziğine daha yakından kulak kesildim.

Canlısı daha da farklı olacaktı tabii... Sonrasında ise belki de konsere bu parasızlığıma rağmen gitmemi asıl sağlayan videoyu seyrettim. Anjelika Akbar, Astor Piazzola'nın Libertango'su için "müziğin mutfağı böyle tatlı bir şeydir" konseptli bir klip yapmıştı. Görüntüler şahaneydi özellikle de still life fotoğrafçılığa ilgi duyan bir amatörseniz seyretmeden geçmeyin derim. Tabii parçayı dinlerken düşündüm, burda çello olmasa, dinleyici-izleyici kitlesi bu kadar beğenir miydi? Çellist Rahşan Apay ve harika çellosu olmasa Libertango sosyal medyada bu kadar ses getirir miydi?



Hayatından ve şehrimize gelişinin hikayesinden bahsedecek olursak, Kazakistan doğumlu Akbar, iki buçuk yaşında nota bildiği, piano çalabildiği ve dört yaşındayken "mutlak kulak" yeteneğine, yani duyulan bir notayı bir referans almadan, başka bir notayla karşılaştırmadan tanıyabilme yeteneğine sahip olduğu ortaya çıktığı için, Moskova Çaikovsky Devlet Konservatuvarı'nın dikkatini çekmiş. Tabii burda müzisyen ve filozof bir babaya ve müzisyen bir anneye sahip olmanın verdiği bir avantajı olduğunu düşünüyorum. Moskova'nın dikkatini çekme konusunu kastediyorum, yoksa anneden babadan yeteneğin saltanat şeklinde geçtiğine çok da inanmıyorum. Anjelika yetenekli bir çocuktu orası aşikar. Dolayısıyla Sovyetler Birliği ve köklü eğitim sisteminin incilerinden biri olan Üstün yetenekli öğrenciler için 11 yıl eğitim veren Uspensky Devlet Müzik Okulu'na başlar. Eğitimini tamamladıktan ve yetenkli genç besteci ödülünü de aldıktan sonra UNESCO üyesi olarak geldiği Türkiye'de kalmaya karar verir.

Velhasıl, saat 20:00 de başlayacak konser için sanatçıların en az yarım saat geç sahne aldığını bilerek 20:40'da mekanın kapısındaydım. Fakat kapıdaki görevliden aldığım bilgiyle biraz şaşırıyorum; Söyleşi var şu an, konser 21:00 gibi başlayacak. Allah allah diyorum içimden, piyanistler konuşkan olmaz benim bildiğim, hele de konser öncesi! Tom Tom Sokağın yağmur altındaki cumartesi telaşını biraz seyre dalıp saat dokuzda içeri girdiğimdeyse baskın bir rus aksanının sevimliliğiyle konuşan Anjelika'yı duyuyorum. (yani konser hala başlamamış!)

Konser sırasındaki konuşmalarından anladığım; Türkiye'ye gelmesindeki önemli etkenlerden biri de Sovyetlerdeki rejime biraz tepkili olmasıymış. Özgürlüğünün kısıtlandığını düşünmüş sanırsam. Nazım Hikmet için yaptığı "Yalnız Çınar" adlı besteyi seslendirmeden önce, "Nazım bir hapishaneden kaçıp diğer bir hapishaneye geldi aslında, sizler bilmiyorsunuz." dedi...dedi ve ben o anda sahnede bir piyanist yerine nankör bir kedi görmeye başladım. Türkiye'de hala öylesi bir eğitim sistemine sahip olmamamızın acısıyla mıdır, harika yeteneklerin tarlada tapanda, okul bahçelerinde ve internet kafelerde, akşamları ise dizi seyreden annelerinin babalarının yanında yöresinde heba olduğu bir sisteme sinirleniyor olmamdan mıdır bilmem, onu harika çocuk olarak görüp eğitim veren ülkeyi ve rejimini eleştirmesini çok manasız bulmuştum. Onun yeteneğini değerlendiren bir sistemin etinden sütünden faydalanıp büyüyen harika çocuk, Türkiye'de yaşamayı seçmişti. Her "harika çocuk" harika diyarlar görmek isteyecekti tabii, neden olmasın? Hoş gelmiş sefa getirmiş. Fakat sonrasında kendi tezini çürütmesi ve Ankara Üniversitesin'in rektörüne konservatuar bölümünü kurarken "20-25 kuyruklu Steinbeck piano lazım rektör bey" dedikten sonra aldığı tepkiyi (Anjelika hanım tüm Türkiye'de o kadar Steinbeck yoktur) aslında müzik yapması gerekirken hayat hikayesini anlattığı söyleşisinde malzeme yapması kabul edilir değildi. Neymiş efendim Moskova'da okullarında 120-130 kuyruklu Steinbeck varmış, ama rejim berbatmış! şimdi şimdi Türkiye standartlarına alışıyormuş. Türkiye nota satılmayan bir ülkeymiş! Almanya'da notacı görünce Moskova'yı ve o güzel günleri düşünüp hüngür hüngür ağlamış. mış..muş..

Anjelika Akbar devamlı konuşuyordu. 99 yılında Su adlı kendi prelütlerinden oluşan albümü yapan, Vivaldi'nin "Dört Mevsim"ini dünyada ilk kez piyanoya uyarlayan, Bach'ın klasik eserlerini doğu enstrümanlarıyla kolaj yapan ve bunun yüzünden klasik müzik çevrelerince katı bir şekilde eleştirilen Anjelika Akbar, müziğinin arkasında durup tüm bu çalışmalarını paylaşmak için heyecan duyacağına iki dakika süren her eserin ardından beş dakika anlatıyordu. Bu arada beş cümlesinin 3 tanesi "İçimdeki Türkiye'm" adlı kitabımda anlattım ama size de anlatayım- diyerek başlıyor ve beni düşündürtüyordu. Acaba etkinliğin açıklamasını mı iyi okumadım? Kitap lansmanı mıydı yoksa bugün? Neden kuyruklu piyanonun yanında kocaman bir kitap görseli var ve üzerine düşen ışık devamlı değişiyor?

Derin nefes alıp belki de müziğin tadını çıkarmalıyım diyerek sabırla bekledim.

Normalde Chopin'den ve Bach'tan dinlemeye alışık olduğum prelüdler kulağıma biraz farklı gelse de, önyargılar(ım)dan etkilenmeden, kişiliklerle melodileri ayrı dünyalarda değerlendirmeye çalışarak, çok sevdiğim pianist bir arkadaşımın "kesinlikle gitme o konsere" demesine aldırmadan özenle dinlemeye devam ettim. Hatta indigo'nun bir kısım seyircisinin adabı muaşeret'ten uzak, fısıltısız ve devamlı konuşan hallerine "şş sessiz konuşun" uyarılarında bile bulundum. Nitekim benim için Chopin'i biraz daha sevdiğim, ruhuna biraz daha dua ettiğim, bir sanatçının kendi menejerliğini yapar gibi, müziğini icra etmesinden çok, oğlunun başarılarından, diğer oğlunun her gece zorla Bach dinleyerek uyuttuğu için müziği sevmemesinden, annesini müzikten kıskanmasından, müzik bekleyen bizlere günlük yaşamından bahsetmesinin ne kadar itici olabileceğini anladığım dolu dolu bir akşam oldu.

Sevgili Ozan Çoban, "boş ver gitme" dediğinde sana "bırak şu sanatçı ukalalığını, tevazuya gel!" gibi eleştirilerle tepki verdiğim için özür dilerim :) Eleştirmekte haklıymışsın, ve evet senin Libertango yorumun çok daha güzel :)internet üzerinde kaydınızı bulabilseydim buraya da eklemekten gurur duyardım. Ama dediğim gibi, tanımak için yakından bakmak gerek, belki benim bunları dile getirebilmem için bu akşam orada olmam gerekiyordu. Aşık Veysel'in uzun ve ince bir yolda olmasından doğan o güzel ezgiyi, tevazudan yoksun bir sahnede görmem gerekiyordu...

kim bilir?

hil'alem

14 Mart 2011 Pazartesi

Jehan Barbur, İstanbul'un kırık kalplerinin jazz-gır ama fısıldayan sesi

İstanbul'un kırık kalplerinin jazz-gır ama fısıldayan sesi...

Aslında cazgırdan ziyade, kalbi kırık masalların güzel anlatıcısı diyelim. Lübnan doğumlu Jehan Barbur iç savaş dolayısıyla İskenderun'a kaçmış ailesinin kökenlerinin olduğu toprakların tozundan mıdır, yoksa halen devam eden kendi iç savaşından mıdır bilinmez, şarkılarının duruluğunda bir parça yırtıcılık, bir parça isyan var kadife koltuklardan cama bakar gibi. Jazz-gır deyişim ondan; yalın ve yalnız bir kadının kudreti var, hem sesinde hem şarkılarında.


Jehan Barbur - Neden musicplay

Arap Hıristiyanların'dan olan Jehan Barbur'un anne tarafı katolik baba tarafı ise ortodoksmuş fakat "tebaamız hep Türk'tü" diyor kökenini soranlara. Hayatının büyük ve önemli bir bölümünü İskenderun'da geçiren sihirli kalem Jehan Barbur, klasik bir hikaye - ailesinin konservatuvara gitmesini istememesi sonucu Ankara'da Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuyor. Aslında şaşırtıcı, çünkü İskenderun'daki evleri piyano çalınan, fransız şansonları söylenen ve tangolar yapılan bir evmiş. Öyle ya bazen insanların seçimlerine ve sevdiklerine yaptırdıkları seçimlere akıl sır ermiyor :) Sonrasında üniversitede amatörce mırıldanmaya başlıyor müziğini Jehan. Sahne tozuna da bulaşıyor bu yıllarda hatta. Fakat okul biter bitmez İstanbul'a geliyor. Bir kaç sene kendine has müziğini sadece sınırlı bir hayran kitlesine ulaştıran Jehan Barbur, Bülent Ortaçgil ile tanıştıktan sonra, onun da tavsiyesiyle albüm yapmaya karar veriyor. 1980 doğumlu genç müzisyen 2009 yılında Ada Müzik'ten tüm söz ve müzikleri kendisine ait olan "Uyan" adlı albümünü çıkarıyor. Müziğine hazır ve nazır beklemekte olan hayranlarına "uyan" dercesine. Ve bundan tam bir sene sonra "Hayat" diyerek devam ediyor Jehan; Ada Müzik'ten 2. albümü de çıkarıyor. Kemal Evrim Aslan, Cenk Erdoğan, Murat Çopur, Mert Önal, Kürşad Deniz, Erdal Akyol, Ferit Odman, Derin Bayhan, Sarp Maden, Ozan Musluoğlu, Uğur Akyürek gibi pek çok başarılı ismin bulunduğu bu albümde de bağırmayan ama fısıldayan bir masal devam ediyor.


Yani aslında sahip olduğumuz değeri es geçiyoruz. Bedenimizle uğraşmaktan, sosyal olarak "beğenilme" telaşından henüz kafamızı kaldırabilmiş değiliz. Olguların içlerini doldurmak, dışlarını geçici olarak boyamaktan daha zor geliyor. Nasıl göründüğümüz bugün artık nasıl düşündüğümüzden çok daha önemli değil mi? Samimiyetsizlik kendi iç sesimizi de esir almadı mı? Değerini bilmeli insan. Silmeli kendini, parlatmalı içini. Onaylanmak ihtiyacı ne kadar lüzumlu olursa olsun evrilmeli insan. Evrilmeli ki bu ihtiyacını göz ardı edebilecek yeni bir göz açsın içinde. Açsın ki artık göremeyenlere inat kendini dışarıdan izleyebilsin ve onaylasın "tek başına" olabilme kudretini.

Bir söyleşisinde bu sözleri sarf etmiş olan Jehan Barbur'un müziğindeki felsefede bu düşünceden filizleniyor işte. Kendine yakın, iç sesine yakın, çıplak bir müzik. Herhangi bir rötuşu yok. Sözleri kendi kaleminden, zamanında kim bilir hangi renk eskiz defterine hangi renk kurşun kalemiyle, gülerken mi ağlarken mi yazdığı, farkını belli eden sözler... "Gidersen bana da bir dengini yolla" "Toplanmamış bir oda, ben ve hayat..." ve "Kelimesiz gelen fikirlerin yol alamaması..." diyeceğim o ki, Jehan Barbur müziğini bir kenara bırakalım, söz yazarlığında apayrı bir yeri var. Zuhal Olcay'ın son albümünde yer almış olan "Şermin" adlı parçanın sözleri Jehan Barbur'a bestesi ise Jehan Barbur ve Cem Tuncer'a ait. Ve hatta şarkının Jehan Barbur yorumu, yaptığım hafif çaplı kamu oyu yoklamasında daha çok beğenildi. Yoğun bir performans programıyla müziğine devam eden Jehan Barbur'u takip etmek isteyenler
          hem myspace syafasından; http://www.myspace.com/jehanbarbur/music
          hem de kendi sitesinden http://www.jehanbarbur.com/
tadına bakabilir, anlatmaya çalışmış olduğum tılsıma kendi kulaklarıyla şahit olabilirler. İzleme fırsatı bulduğum Ghetto performansında sahnenin bir metre ötesinden hissettiğim Jehan Barbur ve müziği, her ne kadar masalsı olsa da, çok gerçek. Kendi gerçeklerimizden damıtılmış. Sözler sıkıntısıyla ısırdığı kurşun kalemlerin masumiyetini ve her ne olursa olsun yalnız gelinen dünyada, yalnızken bir şeyler ifade eden "kendi"mizi anlatıyor. Gurursuz, dürüst, sevecen, merhametli, kırılgan, her ne iseniz... ‘Gidersen’ ve ‘Neden’ benim favorilerim fakat herkes Jehan'ın herhangi bir şarkısında önemli bir şey bulabilir, ezgisinin rüzgarıyla ruhundaki nemi bir nebze atabilir...

hil'alem.

8 Mart 2011 Salı

Ahmet Ümit'in kaleminden Şehr-i İstanbul


Yaz yaz bitmeyecek bir tarih İstanbul'unki. Yedi tepesinde yedi milyon uygarlık yaşamış, yaşanmışlık bırakmış. Nüfus kağıtlarımızda ya da ikametgah belgelerimizde ya da posta adreslerimizin son mısrasında çoğu zaman farkında olmadan iliştirilmiş olan şehir, İstanbul, romanların, özellikle tarihi romanların en nadide örtülerinden biri olmuştur hep. Ama polisiye? canice işlenmiş gizemli cinayetlerin örtüsü olursa şehir? Surlarıyla dehlizleriyle, bin yıllık dikilitaşlarıyla, kiliseleriyle, beşyüz yıllık camileriyle, külliyeleriyle, yüz yıllık cumhuriyetiyle bir ölüme tanıklık ederse şehir?


Yazmaktan usanmayan - iyi ki de usanmayan- ve polisiye romanlarıyla gün be gün artan bir okur kitlesine sahip Ahmet Ümit'in son romanı "İstanbul Hatırası" olur! Sizi içine çekme katsayısı bir yana, anlattığı İstanbul ve İstanbul'un binlerce yıllık tarihindeki diğer çehreleri ile okuyucuyu büyülemekle kalmıyor, bir fıçı tarih şarabı gibi yavaş yavaş şehri okura büyülü bir anlatımla sunuyor. Gürkan Gürak tarafından edebiyat dünyasında çok da alışık olmadığımız bir tanıtım filmi bile çekilmiş İstanbul Hatırası'na.

İstanbul Hatırası - Tanıtım Filmi from Köpekbalığı Çalışıyor on Vimeo.

Oyuncular: Ayhan Bozkurt, Mert Çetin
Müzik: Burak Baduroğlu
Teknik Yapım: Gürkan Gürak
Set Ekibi: Çağla Artagan, Deniz Artagan, Rıza Yazgılı
Yapımcı: Gül Ümit Gürak
Yönetmen: Gürkan Gürak

Eğer iyi bir Ahmet Ümit takipçisiyseniz, günümüz İstanbul'unun en tarihi mekanlarıyla ve geçmişiyle bağıntılı gibi görünen bir dizi cinayetin faillerini arayan Komser Nevzat'ı, yine Ahmet Ümit'in kaleminden çıkmış çizgi roman "Komser Nevzat ve Maceraları" dizisinden de hatırlayabilirsiniz. Türk Edebiyatı'nın nadir polisiye yazarlarından biri olan Ahmet Ümit her romanında okuyucuya otobüste, minibüste, serviste ayakta kitap okuyabilme yetisi kazandırmakla kalmayıp öyle bir tarih bilgisi sunuyor ve bilmediğimiz o kadar çok diyar gezdiriyor ki, Gülhane parkının girişinden Topkapı sarayına doğru çıkan, yakın zamanda restore edilen Soğuk Çeşme sokağın kıymetini bilerek taşlarına basar oluyorsunuz. Ya da Yere Batan Sarnıcı sadece ortaokulda ziyaret ettiğiniz bir müze olmaktan çıkıp, Osmanlılarla Romalıların su içme alışkanlıklarının farklılıklarına bir kanıt oluyor artık sizin için.

İstanbul, İstanbul Hatırası'nın sayfalarını çevirdikçe değişiyor, derinleşiyor. Her taşından her toprağından altın değerinde bir tarih çıkıyor ve hiçbir yere eskisi gibi bakmıyorsunuz. Ayasofya yerli turiste girişi daha ucuz olan bir müze olma kimliğinden sıyrılıp, tarihin bir köşesinde başka bir Hürrem hikayesi misali, bir kadının aşkından sıyrılamayan Bizans hükümdarın yaptığı katliamın mabedi oluyor. Hal böyle olunca her sene milyonlarca turistin ziyaret ettiği Şehr-i İstanbul'da geçen bu roman şu anda ingilizceye de çevrilmekteymiş. Eğer bunu öğrenmeseydim bizzat kendisine ulaşmaya çalışıp bu konuda yalvarmayı planlamıştım. Hatta İstanbul mimarisi üzerine ders verilmekte olan tüm üniversitelere de bu roman hatırlatılmalı diye düşünüyorum.

Romana dönersek, okudukça ana karakter Nevzat'ın size de geçecek olan yaşanmışlıkla dolu kırgın halleri, fakat mesai vakti profesyonelliğinden asla taviz vermeyen hırsı o kadar gerçek ki...Roman karakterinin de böylesi makul aslında, gerçeğe en yakını, yer kubbede bir yansımasının muhakkak oluşu...Rakıyı sevmesi mesela...Mezeleri anlatırken ki iştahı. Bir akşam üstü rum meyhanesinin bahçesine düşen akşam sefasını yaşarsınız adeta. Zeki Müren duyulur romandan yer yer. Dostluklara ve yitik aşklara içilen rakının bardağında yankı yapar. Sayfalar öyle gerçektir ki karakterlerle birlikte çakır keyif olursunuz. Ahmet Ümit'in tüm karakterleri hayatınızdan birisi olabilir, bu yüzden İstanbul Hatırasında Bzyantion imparatoru bile gerçeğin arasına masalsı bir anlatımla sıkışır ve bir imparatorun kudretiyle, günümüz şehir düşmanları iş adamlarının kudreti birbirine benzeyiverir aniden. Geçmiş günümüze karışır...Aynı topraklarda bin yıl önce yaşananlar, bugün yaşananlara paralellik göstererek "dün" bugüne ışık olur, yeri gelir cinayetlere ipucu olur.

Ahmet Ümit'in kaleminde Şehr-i İstanbul'umuz öyle güzel kıvrılmış ve tüm ihtişamını, endamını mısraların arasına öyle güzel saklamış ki, sadece polisiye değil şehre duyulan bir aşk hikayesi de anlatılmış, şehir de geçen aşklar da...

Kalemine sağlık Ahmet Ümit!

hil'alem

Ahmet Ümit
ESERLERİ:
Sokağın Zulası (1989)
Çıplak Ayaklıydı Gece (1992)
Bir Ses Böler Geceyi (1994)
Masal Masal İçinde (1995)
Sis ve Gece (1996)
Agatha'nın Anahtarı (1999)
Kar Kokusu (1998)
Patasana (2000)
Şeytan Ayrıntıda Gizlidir (2002)
Kukla (2002)
Beyoğlu Rapsodisi (2003)
Aşk Köpekliktir (2004)
Başkomser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü (2005)
Kavim (2006)
Ninatta'nın Bileziği (2006)
İnsan Ruhunun Haritası (2007)
Olmayan Ülke (2008)
Bab-ı Esrar (2008)
İstanbul Hatırası (2010)

Kendisine bu düşüncelerimi anlatmak için sabırsızlanmakla beraber tüm okurlarına sevinçle şunu da söyleyelim, Ahmet Ümit yarın akşam bir diğer romanı Beyoğlu Rapsodisin'de anlattığı Baraka'da, DJ kabinine geçip sevdiği şarkıları karanlıkta çalıyor. 24 Kasım 2010 günü gerçekleşen ve çok beğenilen performansının ardından, miksere daha da ısınan Ahmet Ümit, bir daha dinlemek isteyenler için, kaçıranlar için, duymayanlar için 9 Mart 2011 Çarşamba akşamı tekrar iş başında!


event linki:
http://www.facebook.com/event.php?eid=189115574460505